Ana içeriğe atla

Yirmibeşi Devirirken - Üçüncü Fasikül

Bir şekilde çocukluğumdan, anılarımdan bahsedeceksem, yolum rahmetli anneannamlerin Mersinli'deki apartmanından geçmek zorunda. Dedem ile anneannem ve üç dayımın yaşadığı apartman, tam bir aile apartmanıydı o zamanlar. İzmir Atatürk Stadyumunun yanı başında, yan sahalarında, bazen de tribünlerinde geçen bir çocukluktu benim ki, bizim ki. Yasin ağbim, (ağabey yazmayı hiç sevmiyorum) Berat ağbim, Burak, İskender ve ben. Pek tabii, Neslihan ablam ve Nilay ablam.

Lev Yashin olmadan çok önce, Mario Jardel olmuşluğum vardır. Leblebi gibi gol atıyordum, ama nasıl? Yasin ağbim kafama yüzde yüz isabetli ortalar atıyor, kafama çarpan top (hadi kafa attığım diyelim) iki ağacın direklerini oluşturduğu kaleye giriyor, böylelikle Altın Ayakkabı'ya gidiyordum.

Bir defasında, apartmanın önünde kıran kıran kırana geçen bir mahalle maçında, "file bekçiliği", kalecilik yaparken (olmayan fileler pek tabii, koruduğum kale karşıdaki evin bahçe kapısıydı sadece) garajın yanındaki duvarda oturan kızlar "Serhat buraya, yumruk havaya!" diye beni çağırmışlardı, ben de pek tabii bir güzel yumruk şov yaptım. Tahmin ettiğiniz üzere maç devam ediyordu ve kalemizde golü görmemizle beraber, kuzenlerim beni kaleye geri göndererek, kaleden ayrılmamak konusunda uyardılar. O zamanlar kalede adeta bir Hayrettin'dim ve bir spiker mahalle maçımızı anlatıyor olsa, defalarca "Yapma Hayrettin! Yapma Hayrettin!" demek zorunda kalacaktı.

Aynı hareketin muadilini bugün yapmaya kalksam, kapıdan bana seslenen güzel bir kız için, matematiksel istatistik vizesini ortada bırakıp çıkmam gerekiyor. Ne yazık ki, "kesinlikle yapmam" diyemiyorum. Benim altı yaşından beri güzel kızlara zaafım var. Bir de dokuz yaşından beri şiir yazıyorum. İlkokulda, "Temiz Hava ve Dostluk" diye on iki kıtalık bir şiir yazmıştım, temiz havadan dostluğa nasıl geçtim, pek bir fikrim yok.

Mersinli'ye geri dönelim. Anneannemde çok yatıya kalırdım. Sabahları erkenden kalkardım, in cin top atarken, bakkal bile açılmamışken uyanır, evde anneannemi arar bulamazdım. Nerede olduğunu bildiğimden, hiç şaşırmazdım. Pek tabii, mahalleyi süpürmekteydi. Metafor olarak bile kimse "kendi evinin önününü" bile süpürmezken, anneannem hiç üşenmez, hiç gocunmaz mahalleyi süpürürdü. Bakkal açılırdı. Şişe Sek Süt alırdık, günlük. Bir de anneannemin "Karşıyaka ekmeği" dediği, pek sevdiği Kareksan ekmek. Kahvaltı yapardık. Sonra banliyö trenine binerdik Çınarlı'dan. Turan'dan, Salhane'den geçerdi tren, oraların ismini trenlerde duyardım hep. Alaybey'de iner, bizim eve giderdik.

Bir defasında, Çınarlı'da trene giderken, tren oradaymış. Tren'e yetişmek için koşmaya çalışmışım. Durak bir yükselti üzerindeydi, merdivenle çıkılırdı, yanındaki toprak yoldan tırmanmaya çalışmışım. Bir yandan da "anneanne, anneanne, tren gidiyor" diye bağırıyormuşum. Pek tabii, yetişememişim, üstüm başım toprak içinde kalmışım.Duraklarda duran görevli beni teselli etmiş. Belki, bu anıyı pek güzel anlatamadım, size de pek birşey ifade etmemiş olabilir, ancak rahmetli anneannemin, birlikte otururken bana pek çok ve pek güzel anlattığı bir anıydı bu. Bir defa da ben size anlatmak istedim.

Dedemin vefatından sonra, Mersinli'de üç yıl biz de yaşadık. "Anneannemler" diye andığım yer, bizim de apartmanımız oldu ben ortaokuldayken. Tabii benim zamanımda adı ortaokul değildi, 28 Şubat sonrasında, ortaokullar kalktığı ilk sene ya da ikinci sene "altıncı sınıf"a başladım ben. Galiba ikinci sene.

Beşinci sınıf bittiğinde, artık mezun olmuyorduk, ama yine de bir veda gecesi yapılacaktı. Ben de bir şarkı playback'i yapacak, rahmetli Barış Manço olacaktım. Bir de kendi hazırladığım bir konuşmam vardı, törenin başındaki konuşmalar bölümünde öğrenciler adına konuşacaktım. Barış Manço taklidi yaparken, bir de peruk kiralayacaktım ki, uzun saçlarım olsun.

O gün, peruk bakmaya gideceğimiz için okula gitmeyecektim. Sabah uyandım, hazırlanmaya başladım, dayım aradı. Annem konuştu, kapadı. "Deden hastaymış, oraya gidiyoruz" dedi. "Peruk?" dememe kalmadı ki, gittik. Dedem çok hasta değil, canını teslim etmek üzereydi. Bir hastanın o gün  vefat edeceğinin sabahrtan anlaşabileceğini çok sonra öğrenecektim, ama pek tabii dayımlar ve annem biliyordu. Nitekim birkaç saat içinde ben mutfakta otururken, salonda yattığı yer yatağında rahmete kavuştu.

Başka bir sabah, yıllar sonra, bir 28 şubat sabahında, 2012'de, uyanıp yan odada yatmakta olan anneannemin yanına gittiğimde ise, bu defa anneannemin o gün rahmetli olacağını anlamıştım.

Veda gecesine dönelim. Ne Barış Manço taklidi kaldı, ne de peruk tabii. Ama, veda gecesine gittim ve hâlâ konuşmam vardı. Ben yazmıştım, içinde neler olduğunu biliyordum, anahatlarını ezberlemiştim, konuşmamı kağıtsız yapmaya karar verdim. O zamanki hocam, Mübeccel Öztürk (adıyla soyadıyla hiç unutmam, bana emeklerini ise hiç unutmam) "yapma" dedi, "etme" dedi, "bari anahatları kağıda yaz" dedi, dinlemedim.

O gece vakit geldi, sahneye çıktım. Selamlamaları yaptım, "sayın müdürüm, sevgili öğretmenlerim, değerli konuklar" vesaire. Sonrasında, ben seyircilere bakıyordum, onlar bana, pek güzel bakışıyorduk. "Iıı, hımmm, aaaa, ooo" diyordum, "okulumuz aaaa, öğrenciler, ıııı, bu gece, mezun" diyor, bir yandan da terden sırılsıklam oluyordum. Kızarmıştım da, bildiğiniz pancar gibiydi suratım. Arkada arkadaşlar, karşımda "değerli konuklar" gülmekten kırılıyordu. En sonunda pes ettim ve sahneden arkaya doğru resmen kaçtım. Gecenin en büyük alkışını almıştım.

"Şimdi ben buraya neden çıktım? Niçin çıktım? Nasıl çıktım? Bunu izaha gerek yok gördünüz, yürüdüm çıktım! Ama, çıkmamış da olabilirim. Çıkmışsam çıkmışımdır, çıkmamışsam çıkmamışımdır. Görünen köy... Uzakta değildir! Buraya çıktıksa sonradan çıkmadık mı dedik? bunlar bi takım uydurma laflardır... Sahi ya ben buraya neden çıktım? Kim çıkardı lan beni buraya!"

Umudumuz Şaban adlı Kemal Sunal filminden






Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi

sürgününü yitiren bir şairin ardından.

ey en eski kuytulara saklanan çocuk sevgilerinin aleniliği, en derin kuyuların karıncalanan karanlığı, ses uyumları, bıçaklar ve bütün balkonlar; bir şairin arkasından ne kalır? ey en büyük adamların ayakkabıları, koca binaların camekanları, en derin korkulardan fışkıran öfke, kulak aşinalığı, kılıçlar ve bütün kadınlar; bir şairin arkasından kim kalır? kendi makus talihini makaslarla kesen terzilerdir şairler ve hep büyük konuşur, her zaman büyük ölürler. *