Ana içeriğe atla

Ben ile Kendim: Volüm yahut Bölüm Dört

"Biii, bilin, bilinçaalt, bilinçaltı." diye diye, kağıda ömrümde kaçıncı defa bilinçaltı kelimesini yazdım. Hayatımın son üç yılında (ki bu blogu tuttuğum zamana denk) adım soyadımdan başka en çok "bilinçaltı" kelimesini yazmışımdır. Ondan sonra herhalde, "Re", "aşk", "güz", "bahar" ve "kırılgan" kelimeleri gelmektedir. Eğer bu sıralamanın üst sıralarında, "varyans analiz tablosu", ondan başka, "ekonometri", sonracığıma "modelin yorumlanması" kelimleri olsaydı, daha mı iyi olurdu diye düşünüyordum. Masamda oturmuş, camdan bakıyor, kendimi sorguluyordum. (Ki kendimi sorgulamadığım bir günüm de geçmedi.)

Derken odama kapıyı bile çalmadan, baskın yapar gibi Aziz Yıldırım girdi. Evet, aziz okuyucu, bildiğin Fenerbahçe Spor Kulübü başkanı olan Aziz Yıldırım'dan bahsediyoruz. Gayrı ihtiyari önce bir sıçradım, sonra toparlandım ve en sonunda ayağa kalktım. "Buyurun başganım, hoşgeldiniz." dedim heyecandan incecik çıkan bir sesle. "Buyuralım bakalım. Başkanın olduk demek, arkamdan orada burada, sözlükte olsun, twitter'da olsun, facebook'ta olsun "futboldan anlamayan müteahhit" yazan sen değil miydin? Volkan aşağıda seni evinden aldırmaya karar verdik, futboldan anlamıyorsak, evden eve nakliyat işine girelim, dedik." dedi. (Ki bu yazıda, kimsenin konuşma kusurlarıyla dalga geçilmeyecektir, ayrıca "Doğru mu Samet?" esprisi yapılmayacaktır.)

"Hast.. Est, es, esta, estağfurullah başkanım." dedim. "Çok yaşa." dedi. "Af buyurun?" dedim, "Hapşurmadın mı?" dedi. "İlahi başkanım, sizdeki espri anlayışı bende olacaktı, bugün Uykusuz'da yazıyordum." dedim. "Dert etme, bundan sonra zatan sana uykusuz her gece." dedi. "Aman başkanım." dedim, "Şaka yapmıştım ben. Ayrıca, Volkan yüzünden bir defa sözlükten uçurulmuştum, mis gibi nick gitmişti. Cezamı çektim. Bir de, sözlük demişken, siz sözlük hesabımı nereden biliyorsunuz?" diye sordum. "Traşı kes." dedi, bir şahin gibi gözlerime baktı. Yere eğdim gözlerimi.

Gülmeye başladı. Ama, Aziz Yıldırım gibi değil de, bir telefon sapığı gibi, incici bir liseli gibi gülmeye başladı. Bir ekşici olarak, kınadım kendisini. Kötü ruhları kovmak için değil de, süs olsun diye rafta tuttuğum boş nutella kavonozunu ona doğrulttum, Aziz Yıldırım erimeye başladı. Eridi, eridi yok oldu. Koskoca Fenerbahçe'nin başkanı ayrıca bir işadamı olan güzide bir insanı eriterek öldürmüştüm. Herhalde, ömrümün kalanını hapishanelerde, demir parmaklıklarının arasında geçirecek, kim bilir belki de gel zaman git zaman bir koğuş ağası olacaktım. Benim hayalim, az tanınan, kült bir şair olmak iken, gel gör ki, bir koğuş ağası olacaktım, yeni gelenlerden haraç toplayacaktım. "Hayat çok garip, vapurlar filan..." diye söylendim.

O sırada, odanın kapısı yine aniden açıldı, içeriye yeniden Aziz Yıldırım girdi. Zangırdayarak titredim. "You look suprised to see me, again, Mr. Anderson." dedi. "Allahım sana geliyorum." dedim içimden, "Günahlarımı affeyle, çok da kötü biri değildim. Kimsenin sev.. Neyse.. Yine de iyi biri bile sayılabilirdim. Tanısan iyi çocuktur, denilen bendim, yakışıklı değil ama sempatik, yine bendim. Son sözlerim bunlar mı olacaktı. Yatağımda yatarken, "Mehr licht!" gibi büyük bir laf ederek ölmeyi düşünmüştüm, ama sen herşeyi bilirsin tabi. Sübhaneke, Allahume ve bi hamdike.." diye bildiğim dualara başladım. Aziz Yıldırım yine sinsi gibi gülmeye başladı.

"Benim ben. Tanımadın mı?" dedi. "Pardon?" dedim, "Parlez vous Français?" diye sordu, "Yok be ağbi, dil yeteneği yok bende, ama istiyorum okuldan sonra. Dur bakalım, inşallah." dedim. "Hemen de geyiğe bağladın. Benim ben. Arkasından atıp tuttuğun bilinaçaltın. Yok, Fight Club estetiği yaşatmamışım da, yok neymiş de, yok kızın dedesini rüyana sokmuşum da, efendime söyleyeyim, kendini karşına aynı surette çıkarmışım da. Al sana estetik." dedi. "Ağbi, gözünün yağını yiyeyim, öldürüyordun beni korkudan." diyerek, kendi bilinaltının gözünün yağını yemek isteyen ilk yazar olarak da tarihteki yerimi aldım.

Bilincaltım, "Bundan sonra böyle. Atara atar, gidere gider." dedi, "Ayrıca söyle bakayım, ne problemin var benimle. Hem ekmeğimi ye bunca yıl, hem de nankörlük et." dedi. "Estağfurullah ağbi." dedim. "Hadi oradan. Geçen gece hiç üşenmedim, sen uyurken, eski rüya kasetlerinden birini taktım sana, bilincinden ayrıldım, bilgisayara gittim, bir araştırma yaptım." dedi. "Çok afedersin. Lafını böleceğim de, eski rüya kaseti değil, bildiğin eski kaset takmışsın sen o gece bana, Televole 2'yi takmışsın nereden bulduysan. Hatırlıyorum, bütün gece, Alarma, Are You Ready falan çaldı kafamın içinde." dedim, "Neyse ne, araya girme bir daha. Ne diyordum, bilgisayarı açtım, senin bloga girdim,şöyle bir yazılarına göz attım. Bilinçaltı aşağı, bilinaltı yukarı. Bir de sanki, amcanın oğluymuşum gibi "bilinciminaltı" diye isim vermişsin bana. Söyle bakalım, derdin nedir?" dedi. "Canının sağlığı ağbicim, ne derdim olabilir seninle." dedim. Aziz Yıldırım suretinde bir bilinçaltına, benim öz bilincaltıma, ters gitmeye niyetim yoktu. "Akıllı ol." dedi, bundan sonra ne kendine, ne de ilhama posta koyacaksın. Bundan sonra, onlara konulmuş postayı bana konulmuş sayarım." dedi, masaya da yumruğu vurdu. Yetmedi, paltosunun cebinden kurşun çıkarıp masaya koydu. Paltosunu havalandırarak arkasını döndü, artiz gibi odadan çıktı.

"Keşke lisede Kurtlar Vadisi izlemeseydim, bilinçaltıma işlemiş." dedim. Çay demlemeye mutfağa gittim.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi

sürgününü yitiren bir şairin ardından.

ey en eski kuytulara saklanan çocuk sevgilerinin aleniliği, en derin kuyuların karıncalanan karanlığı, ses uyumları, bıçaklar ve bütün balkonlar; bir şairin arkasından ne kalır? ey en büyük adamların ayakkabıları, koca binaların camekanları, en derin korkulardan fışkıran öfke, kulak aşinalığı, kılıçlar ve bütün kadınlar; bir şairin arkasından kim kalır? kendi makus talihini makaslarla kesen terzilerdir şairler ve hep büyük konuşur, her zaman büyük ölürler. *