Ana içeriğe atla

Düzyazı.

Beni yeniden yazmaya çağıran M'ye.

Yazıyorum. Duramıyorum, o minik çakıl taşı o yüce dağın tepesinden yuvarlanmaya başladı, durmuyor, ivme kazanıyor. Yazıyorum, beni yazmaya çağırdın. Yazıyorum, çünkü beni en rezil biçimde reddettin ve yazmaktan başka çare bırakmadın.

Ertesi gün  sabah gece yüreğimin üzerine bastırılmış gibi bir acıyla uyandım. Gibisi fazla, çünkü benzetme yapmıyorum. Birşeye de benzetemem zaten o ezilmişliği. Sonra çok öfkelendim sana, yalan yazmayacağım. Beni yazmaya mecbur bırakmıştın artık. Ben yaşamak için yazıyorum çünkü yazdığımda ve yazmadan da yaşayabileceğimi sanıyordum. Diğer adamlar yazmıyordu, kadınlar artık şiir okumuyordu ve yazmanın, kendini paralamanın bir manası yoktu. Yazmaktan bir ekmek çıkarmıyordum ben ve kaba manasıyla da "kadın düşürmek" için yazmıyordum. Serbesgiller gibi dolaşsaydım, yazıyorum diye bağırsaydım ve biraz da hani o conilerinize benzeseydim, şimdi saman kağıda dergilerde basılı yuvarlaklar içinde salak aforizmalarının fotoğrafını çekiyordu kadınlar. Ben şiir yaşıyordum, şair/yazar taklidi yapmaya ihtiyacım da yoktu, nedenim de. İşte bu blogda çürüyor şimdilik yazdıklarım.

Öfkeliydim evet, çünkü yazmak benim için başka bir iklim. Londra gibi bulutlu. Büyük adamlar bulutlu iklimlerde yaşamazlar ve yeni yolum böylesi bir iklimi kaldırmaz sanıyordum. Öfkeliydim, yaşamak için yazmak pek zordur. Sancılıdır.

Ama, vakit biraz geçtikten sonra, şimdi anladım.

Sen herşeyi değiştirdin. İyi ki o cumartesi yazmışım sana, bir merhaba. Bana yeni bir yol açtın, yazgımı yeniden düşünmeme yol açtın. Eski yazılarımı da okuyorum yeniden, iyi yazmışım yalan yok. Belki de (hatta muhtemelen) ne yaptığından habersiz, iyi ki beni yeniden yazmaya çağırmışsın. Cemal Süreya'nın yazdığı gibi, "keşke yalnız bunun için sevseydim seni."

Son diyeceğim, sen bana yazmadığın sürece, kendime verdiğim ve sana da yazdığım sözümü tutacağım.

Gözlerinden öperim- gözlerin ne güzel- yüzün ne güzel.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi

sürgününü yitiren bir şairin ardından.

ey en eski kuytulara saklanan çocuk sevgilerinin aleniliği, en derin kuyuların karıncalanan karanlığı, ses uyumları, bıçaklar ve bütün balkonlar; bir şairin arkasından ne kalır? ey en büyük adamların ayakkabıları, koca binaların camekanları, en derin korkulardan fışkıran öfke, kulak aşinalığı, kılıçlar ve bütün kadınlar; bir şairin arkasından kim kalır? kendi makus talihini makaslarla kesen terzilerdir şairler ve hep büyük konuşur, her zaman büyük ölürler. *