Ana içeriğe atla

Neden Yazıyorum?

"Neden?" sorularına cevap üretmeyi de, yazmak (hatta yazamamak) hakkında yazmayı da oldukça seviyorum. Yazıyorum, ilkokuldan beri, neredeyse yazmayı öğrenmemle bir yazma serüveninin içine girdim, peki neden yazıyorum? Benim nedenlerimden bahsedeceğim biraz.

En bildiğim ilk nedeni, nedenden öte, sonuçtan öte, bir varlık olarak mecburiyetten yazıyorum. Yazmak, benim için bir duyu, neredeyse gözüm kadar görmeye yarayan bir duyu. Yazmamak diye birşey yok, zaman zaman yazamamak var ancak, bir duyunun geçici rahatsızlanması gibi. Masaya oturayım da biraz yazayım, ya da, bugün bir saat / bir sayfa yazacağım, diyerek yazmıyorum, dur biraz göreyim biraz da duyayım diyemezse insan, öyle bir hâl işte. Masa başında gözünüze hoş gelecek şeyler de yazıyorum, ama öncelikle kendim için yazıyorum, gözüm olduğu için. Üstad Sait Faik'in o sözü tabii ki, onu yazmadan yazmak hakkında yazmış olamazsın: "Yazmasam; çıldıracaktım!"

Ama bir yandan da çıldırabilmek için yazıyorum. Bilincimi soyabiliyorum yazarken, deli olabiliyorum. Akla mukayet olmanın yanında deli olmak için yazıyorum. Bilinç; insanın en büyük ızdırabı. Dünyanın mantıkla yürüyen, büyük ağızlarda "rasyonal düşünce"nin eksik olmadığı kibirli varlığından sıyrılabildiğim, tüm sahip olduklarımı kaybettiğim bir evren. Gayb'ı görüp koklamak için, yok olmak için, yazıyorum. Malsız, mülksüz, geçmiş hatıralardan ve gelecek korkusundan azade bir göçebe olmak için. Canımın istediği kaldırımda, ayakkabılarını yanına koyup yatabilen bir delilik olarak yazmak, tüm malvarlığını oturduğu kafede masanın üstüne yığan kocaman adamlardan tiksindiğim zaman.

Yazmak, benim dağlarım, yazarken kendimden başkasını öldürmeyen bir gerillayım. Bitmek bilmeyen iç savaşını uçlarda yaşayan insan, yazmak zorundadır.  Dinmeyen sancıları, hafifletmenin bir yolu olarak yazıyorum, yazacaktım, yalan olacaktı. Dinmeyen sancılarımı, daha da harlamak, ruhumun çeşitli bölgelerinde yangınlar çıkartmak, kendi düşmanım olan, kendi bilincime karşı savaşmak için yazıyorum.

Aşk ile yazıyorum. Aşkın her hâli ile, bir bütün olarak aşka yazıyorum. Kadınlara aşık olup, onları yazıyorum. Kadınları yazmak, işte tüm bu savaş halinde, yapabildiğim en güzel şey. Gözeli göz ile görüp, yazıyorum. Güzel benim değilse de, mundar demiyorum.

Kedi olamadığım için, yazıyorum. Kedileri kıskandığım için. Kedi olabilmek için de tek yolumun yazmak olduğundan yazıyorum.

İnsan olmanın o ağır sancısından yazıyorum. Bu sancıyı dipten tırnaktan hisseden, yazmak zorundadır.

Yazmak zorundayım.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

10 Mayıs 2024

Bugün, Ramada Kemalpaşa Otelinde, İzmir Büyükşehir Belediyesi başkanı sayın Dr. Cemil Tugay ve Kemalpaşa  Belediyesi başkanı sayın Mehmet Türkmen beyefendiler ile Kemalpaşa sanayisi ve yapılabilecekler üzerine bir toplantıdaydık. Cemil başkan konuşurken, bir anda iki yıl önce o anlarda babamı son defa gördüğümü hatırladım. Sonra, 11 Mayıs 2022 günü saat 02:59'da çaldı telefonum; babam hasta değildi artık, ben de çocuk değildim. Hemen ertesi günü, işyerine uğramak zorunda kaldım. Babamın kredi kartı ödemesi vardı; o olmasa da, kart ödemesi vardı ve ödemek için de buraya gelmeliydim. Buraya yazıyorum, çünkü bu satırları da yine işyerindeki odamda yazıyorum. Kapıdan ilk içeri girdiğimde, her şey çok büyük gözüktü bir anda gözüme. Sanki yeniden altı yaşımda fabrikaya gelmişim gibi, küçülmüştüm. O yalnızlığı öylece duydum, o anda anladım. Yine de "büyümem" lazımdı, hem de bir gün öncesinden, 10 mayıs 2022'den çok daha fazla büyümem lazımdı; çünkü artık "Yılmaz beyin o...

On beş.

Bu bloga yazmaya, dile kolay, on beş sene önce bugün başlamışım. Demek ki bu bloga yazarak büyümüşüm. Zaten, kendi güncelerim gibi, öncelikle kendim için yazdım buraya; bu yüzden de okunup okunmadığını umursamadan, zaman zaman büyük aralıklarla da olsa, daima yazdım. Yaşadığım hikâyeler, yazdıklarımdan tuhaf olduğundan; yazdıklarım yaşadıklarıma, yaşadıklarım yazdıklarıma karıştı. Okurlarım on beş yıl boyunca daima az oldu; ama en güzeli, buraya yazdıklarım, daima bu blogun okurları oldular.  Bu bloga yazarken büyüdüm. Pek çok şey umduğum gibi olmadı, pek çok şey öğrendim. Ne yazık ki, bazen kayıplardan öğrendim. Düşe düşe yazdım, düşe kalka yaşadım; düştüğüm yerden daima kalktım. Hayır, tek başıma kalkmadım. Hep, rahmetli babamın, sevgili ailemin, değerli dostlarımın destekleriyle kalktım. Hezârfen inadıyla, daima Üsküdar’a varmayı umdum. Hep tuhaf hikâyelere düştüm. Zaten Hezârfen’in hikâyesi de Çelebi’nin düşü değil miydi? Zamanın azizliği, on beş yıl böylece geçti.