Ana içeriğe atla

Sıradan bir pazar günü.

Şubat ortasıydı, saat öğlen ikiydi. Yıl iki bin yirmi ikiydi, yahut pandeminin üçüncü yılıydı. Bir pazar günüydü. Yalancı bahar, hava güneşliydi. Hava insanı umutlandırıyordu. Evden çıktım. Kardeşimin evinden. Şehir dışına gittikleri için, kedilerine amcalık yapıyordum. Niyetim ufak bir yürüyüş yapmak ve eve dönmekti. Kapıdan çıkar çıkmaz bir taksi gördüm. Ara sokaktaki evin önünden taksi geçiyordu. Hiçbir anlamı ve nedeni yokken, öylesine el kaldırdım. Muhakkak yolcu almaya gidiyor olmalıydı. Durdu. Burada boş taksinin işi neydi ki? Demek ki yolcu bırakmış. Binmek zorundaydım. Maskemi taktım. Bindim. “Alsancak’a gidelim.” dedim.

Garın karşısında indim. 140 versen yeteli, dedim. 125 verdi. 75 al dedin ya, dedi. Üzerimde yalancı baharın naif iyimserliği vardı. Neyse önemli değil, hayırlı yolculuklar, dedim. Kavga etmeye niyetim yoktu. Belki üşeniyordum, belki de korkuyordum.


Gözlüklerimi düzelttim. Maskem ağzımdaydı. Ben Nitat İnibat, sabah dişimi fırçalarken, gördüğüm görüntünün rüyadan ayrımsız bir şekilde zihnimde oluştuğunu birden ve yeniden fark ettiğimden beridir, içimde bir tuhaflık vardı. Diş hastanesinin oradan girdim. Az yürüyünce, baro karşımdaydı. Kıbrıs Şehitlerinin sonuna çıktım.


Çelebi'deki "bomba" kuyruğuna anlamsızca baktım. Gittiğim yer belliydi; Two Cups. Misafirin önünden boş fincanları alan Seda’ya kapıyı açtım. "Nasılsın?" "E, iyidir. Senden?"


Tezgahın arkasında Cihan, bir dostumu görmenin mutluluğuyla gülümsedim. Aynı şekilde bakıyordu o da, her zaman ki gibi. "Uzun zamandır gözükmüyordun." dedi. Evet. Bir iki defa geldiysem de, bir türlü denk gelmemiştik. Neler yapıyorsun, dedim. Bugünün dünden farklı olması için uğraşıyorum, dedi. Ben uğraşamıyorum bile,  her günün aynı olmasını kabullendim, dedim. Öğlen yemeği nâmına, bir hamburger söyledim. Yanında da soğuk birşey.


Yerime oturmaya hazırlanırken, Tolga abi merdivenlerden indi. "Vay!" dedi. "Nitatçığım, nasılsın?" Yumruk tokuşturduk ve yarım yamalak sırt sıvazladık. Ayak üstü lafladık.


Oturdum. Bugün dünden farklı mıydı? Farklıydı. Bir anda buradaydım. Tolga abi tekrar masama geldi. "Pizza yedin mi?" diye sordu. Hayır büyük gelir, hamburger söyledim, dedim.


Tolga abi, kapıyı açtı. İçeriye güzel bir serinlik doldu.


Burası bir evimdi. İnsanın evi neresiydi ki? Bence ve benim için insanın evi, adının bilindiği, ama yadırganmadığı yerdi. Burada herkes ismimi biliyor ve kimse yadırgamıyordu, yargılamıyordu.


Seda hamburgerimi getirdi. Bir kaç kelime daha konuştuk. Karşımdaki sandalye boştu. Aslında o sandalye pek çok zaman boş oluyordu, ama kafe sakin olduğu zamanlarda; Cihan, Seda, Tolga abi illa ki biri de oturuyordu, az biraz da olsa iki lafın belini kırıyorduk. Allah hayırlı iş versin, bugün kafe doluydu.


Elleri dolu şekilde kapıyı açmaya çalışan Berna’ya, ellerim ve ağzım dolu olduğundan bir göz selamı verdim. Gören zihnim olsa da , selamı veren gözlerimdi. Kapıyı açamadığım için, kendimi mahcup hissettim. 

Tıkındıktan sonra, Tolga abinin eşi Aslı hanımı yeni kitabından dolayı tebrik ettim. 


Bara yöneldim. Espresso makinesinin başında Seda, bayadır yoktun, dedi. Evet. Biraz daha konuştuk. Bir akşam ona, işte o iki lafın belini kırabildiğimiz bir anda, kurbağanın ölümü insana bıraktığına dair tuhaf bir mesel anlatmıştım. Bu defa, sadece double espresso rica ettim.


Kahveyi kokusunu burnuma çektim. Kokuyu alan yine zihnimdi. Yudumladım. Evet, tadı alan da zihnimdi.


Hesap ödedim. Selam kelâm. Kıbrıs Şehitlerinin sonuna yürüyüp, deniz havası almaya kordona çıktım. Kalabalıktı. Biriyle karşılaşmalıyım sanıyordum, yine zihnimde, hep zihnimde. Birden bire buraya gelmemin bir anlamı olmalıydı. Kulağımda müzikle, kalabalığın içinde öylece yürüdüm. Yoruldum ya da biriyle karşılaşmaya üşendim. Belki de korktum. Öyle ya insan bazı karşılaşmalardan korka da bilir, insanlık hâlidir.


Tavacı Recep Usta’nın sağından içeri daldım. Belki de içeride tanıdığım biri vardı. Belki de beni gördü. Hatta biri seslendi ve kulaklıklarım yüzünden duyamadım. Kim bilir? Kıbrıs Şehitlerini kararlı bir bıçak gibi delip geçtim. Bu defa park yerinde yolcusunu bekleyen taksiye bindim. 


Taksici telsizden merkeze iptal anonsu verdi. Hiçbir şey olmadı. Ben Nitat İnibat, adım aslında Nihat; soyadım ise İnzibat olacaktı, olmadı. Hiç biri olmadı. Öyle olsaydı, yazar olabilirdim belki, ya da bir iş adamı. Hiç biri olamadım. Olmadım.

Yorumlar

  1. Hocam kaleminize sağlık. Taksici ile geçen ücret diyalogunda yazım hatası var sanırım. 140 isteyen taksizi, 125 vermek isteyen Nitat Bey olmalı. Bir de şehir dışına Nitat'ın anne-babası gittiği için kardeşine amcalık yapıyor olsa gerek. Orada da bir anlam bozukluğu gözüküyor gibi. Devamını bekliyoruz inşaallah!...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkürler hocam. İki yerde de anlatım bozukluğu yok. Taksici diyaloğunda bahsedilen para üstü, amcalık ise kedilere yapılıyor. Sevgi ve selam.

      Sil
    2. Çok pardon hocam. "Kedilerine" kelimesini "kendilerine" olarak okumuşum. Taksi ücreti olarak 200 TL verdiğiniz bilgisi olmadığı için orada da yanıldım. Mesele 200'ün üstü meselesi yani. Kusura bakmayın sabah mahmurluğu!...

      Sil
    3. Rica ederim hocam, siz Nitat beyin kusuruna bakmayın, çok açık anlatmamış kendisi.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi

sürgününü yitiren bir şairin ardından.

ey en eski kuytulara saklanan çocuk sevgilerinin aleniliği, en derin kuyuların karıncalanan karanlığı, ses uyumları, bıçaklar ve bütün balkonlar; bir şairin arkasından ne kalır? ey en büyük adamların ayakkabıları, koca binaların camekanları, en derin korkulardan fışkıran öfke, kulak aşinalığı, kılıçlar ve bütün kadınlar; bir şairin arkasından kim kalır? kendi makus talihini makaslarla kesen terzilerdir şairler ve hep büyük konuşur, her zaman büyük ölürler. *