Ana içeriğe atla

Deri Koltuktaki Bir Zavallı Adam



Lisede yazdığım, eski bir öykü. Bu öykü sayesinde tanıdığım tüm dostları ve hocalarımı sevgiyle selamlıyorum..


“Boşuna, her şey, her yer, herkes boşuna.”

Yaşadığının, hayatın zorluklarının sanki ilk kez farkına varmış, sanki insanların ilk kez öldüğünü ilk kez duymuş gibi şaşkındı. Etrafına bakıyordu, koca odasında hiçbir şey ilişmiyordu gözüne. Nefes almaya çalıştı bir süre. Sanki ölen oymuş gibi, nefes almakta zorlanıyordu.

“Offf! Kahretsin! Hiç sırası değildi.”

Sonra acı bir tebessüm belirdi yüzünde. “Sırası gelmek.” diye söylendi. Sahi sırası neydi bu işin? ‘Sıralı ölüm’ nasıl ölümdü? İnsan iki yüz yaşında ölse birileri “Oh, tam da sırasıydı.” diyecek miydi?

Önemli toplantısına katılmak üzere, koltuğundan kalkmaya öylece bir yeltendi ya da yeltenmeye çalıştı. Boylu boyunca, daha bir ağır gömüldü koltuğa.

Dev, ihtiraslı, görkemli odanın içinde daha bir yalnız kaldı. Koltuklara yabancılaştı önce, sonra masaya, kütüphaneye, çerçevelere ve çay bardağına. Oda ona ait değildi şimdi. Yabancı bir yerde oturur gibi toparlandı.

“Toprak olacak. Hey hey!”

Ellerine bakıyordu. Et, kemik, deri… Peki bunların hepsi toprak olacaksa ona ait neydi? Ruh mu? O da ona yabancı geldi şimdi…

“Ruhum toprak olmayacak.”

Ruha daha sıkı sarıldı, daha bir inandı. İmana geldi birden hatta. Korku, acele, bir şey kalmama endişesi, kısacası ölüm onu yiyip bitirdi birkaç dakika.

“Cennet ve güzel huriler bekler bizi.”

Cenneti tasvir etti gözünde. Cennet onun hayalinde, çimlik, ağaçlık bir piknik yeriydi. Kocaman sulu lezzetli şeftaliler bekliyordu onu cennette.

“Offf!”

Her yer karardı. Saçma hayalleri bitmiş, cenneti tasviri bırakmış, aklını karanlığa teslim etmişti. Bön bön, boş boş baktı duvara. Kara trenler vardı kalbine. Başladılar karalar atmaya.

“Hep iyiler ölüyor.”

Avutmak içindi gönlünü, hiç olmazsa amortiye razı, dar bilinçli, umutsuz, aç, hayalsiz adamlar gibi düşündü. Kötü neydi? Yanlış neydi? Yirmi birinci yüzyılın yanlışı, orta çağın doğrusu değil miydi? Ya da Amerika’nın yanlışı, İran’ın doğrusu. Göreceli kavramlara umutları yüklemek acizlikten başka bir şey olamazdı.

“Ölümü kimse hak etmez.”

Ekşidi kalbi. Acıya, bir de utanç katlandı. Korku değiştiriyordu onu, fark etti; ama duramıyordu. Sanki o değildi, teröristlerin asılmasını isteyen, sanki o değildi o ünlü “Birini sallandırıp binini kurtaralım.” sözünün sahibi.

“Bu filmin sonu belli.”

Doğru ya, her canlı büyür ve ölürdü. Biyoloji dersi ona öğretmişti. Bir de eğitim sistemini kötülerler. İlk defa bir bilgiyi kullandı, ama olsun, devamı gelirdi. “Aferin, başımızdakilere!” dedi. Ayağa kalktı, iki adım attı.

“Uzak git ölüm.”

Yıllarca ayıpladığı bir lafı söyleyen biri gibi kızardı. Hem de o ayıp lafı söyleyen çocuk gibi tat geldi yüreğine. Nerede duymuştu bu lafı?

“Ne ölümden korkmak ayıp,
ne de düşünmek ölümü.”

Bilinçaltının oyunlarına bırakmıştı, kendini. Üniversite yıllarına döndü. Ölüm korkusuyla yaşadıkları, ölüm görmekten bıktıkları günleri yaşadı tekrar. Oysa unutmuştu onları. Öyle sanıyordu ve bundan memnundu.

İşadamı olacağını bilemezdi, “emek” derken emeği sömüreceğini. Masumdu o yıllar. Arkadaşlarıyla bir yürüyordu, yumruğunu sıkıyordu ve bağırıyordu.

Ne de olsa yeniyordu emekçilerin hakkı. Yiyenlerin hepsi olsa olsa o malum kelime olmalıydılar.

Bütün zerreleri terledi. Nereden gelmişti buralara? Ölüm ile devrim arasında ne ilişki olabilirdi ki? Hayatı boyunca kendisiyle çelişmenin yılgınlığında tekrar gömüldü koltuğuna.

Deri koltuktan iğrendi, kendinden iğrendi, oraya öylece yayılmasına ve kızıl kızıl düşünmesine iğrendi.

Önce sağcıydı, sonra solcu oldu lisede. Üniversitede komünistti artık. Ateşli ve kızıldı geceler onun için. Sonra babası öldü, deri koltuk ve koca fabrika ona kaldı. O da mecburen, global düşünen, her hükümete “şak şak” çeken bir zavallı oldu.

Şimdi ise tam olarak o zavallıyı yaşıyordu. Günü, ayı, yılı, ömrü, her şey geçti gözünün önünden. Meşhur film şeridi ölmesini beklemedi.

Fırladı. Koltuğundan kalkışı, koltuğu devirmeye yetmişti. O bal döküp yalanılası laminant parkelerin, çizilip çizilmediğini bile düşünmedi.

“Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”

Bu sözün sahibini hatırladı: Mevlana. Orta okulda öğrenmişti bu şiiri. Ve bir mısra bilinçaltını yırttı.

Sekreter baktı.

Kapıcı baktı.

Holding baktı.

O arabasına bindi ve çok uzaklara gitti…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Açık uçlu hikâye.

Evvela ithaf. -beni yeniden yazmaya çağıran M'ye hikâyeden önceki yazımdır. Ve yazgısını kendi çağıran yazıya giriş. Yazmayı unuttuğum bir hikâyeyi okudum bugün, neden ve nasıl bilmiyorum, çünkü yazmayı da unutmuştum. Ellerim olduğunu dahi unutmuştum. Ellerim olmadan kördüm ben. Kararsız kararlığa körlemesine girdim, kararsızdı muhakkak, çünkü yazılmamış bir hikâye yazılmayı beklemez.  Kahvenin karanlığını akla çağıran gelişme. Hayat bu yüzden tuhaf, beklenmeyen yerde başlarız yazmaya, bir daha yazmayacağına dair bir yanılgı içine hâkim olduğunda. Hikâye gözlerine bakar ve yaz beni der, yazar iradesizdir, irade sahibi olan öyküdür okuyan bilmez. Hikâye yazdırır kendini. İlham dersin yahut rüzgâr, kendine çağırır hikâye. Alelacele gidersin, hayat bu yüzden tuhaf. Yazamayacağın sanrısını ve onca işi bırakır, hikâyenin gözlerinde bir kelimede bin kelime çağırır aklın.  Yazar çaresizdir, hikâyenin esiridir. Geç kaldığını düşünse de, başlar yazmaya. Sonunu b

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi

Ötekinin Hikâyesi

Quid rides?  Mutato nomine, de te fabula narratur. Quintus Horatius Flaccus “Güya buraya bir daha asla gelmeyecektim.” Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesinde, bir Amerikan kahvecisinin tuvaletinin kapısında görmüştüm bu cümleyi. Hiç unutamadım. Çünkü o zamanlar bir hikâye üzerinde düşünüyordum, nereden başlamalıyım, nasıl yazmalıyım diye kendime soruyordum. Yıllarca çabaladım, aslında yıllarca kaçtım yazmaktan. Çünkü kalemi elime her aldığımda, kendimi bir daha gelemeyeceğim kadar güzel zamanlarda buluyordum ve bu yüzden de hatırlamamak için “bir daha gelmeyeceğim” deyip yazmaktan kaçıyordum. Boşuna kaçıyordum aslında, bir daha gelmeyecek olsa da yaşanmış olması bile hayatımın geri kalanını değiştiren, güzelleştiren bir hikâye yaşadım. Bir hikâyenin ilk cümlesi önemlidir. Okuru okumaya ikna etmeye ilk cümlede başlamalıdır yazar. İlk cümle, çarpıcı olmalı, etkileyici olmalı; akılda kalmalıdır. Bu hikâyenin başı benim için çarpıcıydı, tam anlamıyla, olması gerektiği gibi.