Ana içeriğe atla

Ertesi

24 mart 2008 tarihli bir öykü


Ertesi. Dün ve geçen hafta, koca bir hafta, uzun sürmeyen umut ve mutluluklar, yerini uzun ve kocaman acılara, sancılara, çığlılara bıraktı. Bugün pazartesi, güneş çoktan battı. Bir haftanın ertesi, kederli düşüncelerle gökyüzüne bakmaktayım.

Pazartesi, bir haftanın ilk günü için, en iyi isim olmasa gerek. “Ertesi” demek, yeniden başlamak yerine, geçmişin, dünün günahlarını ve lekelerini taşımak. Unutamamak; unutmamaya, unutturmamaya şartlanmak. Belki Ruslar gibi “Birinci gün” demeliyiz, pazartesi sendromunu azdırır mıydı, azaltır mıydı?

Bugün pazartesi. Telsiz telefon, cep telefonu, dolu bir küllük, çay bardakları masada duruyor. Masa ise balkonda. Ben masanın başında, rahat bir koltukta eğreti oturmaktayım. Bir kimse yok evde benden başka, olmayacak da… Yine de içeride bir bebek uyurcasına, rahatsız oturuyorum, nedenini biliyor, daha doğrusu hissediyor, ama kelimelere oturtamıyorum, anlatamıyorum.

Gökyüzüne bakıyorum, içeriden yeni rock gruplarından birinin, dünyaya dair yakarışları geliyor. CD çalar, saatlerdir açık, aynı albüm dönüp duruyor. Çay almaya gidip gelirken bile değiştirmek yahut kapatmak için, yanına uğramıyorum. Garip bir şekilde, hipnotize olmuş gibi, beni en iyi anlatan şey olduğunu düşünüyorum. Fon müziği olarak bunu seçtim, beni en iyi bu albüm anlatıyor.

Bulutlar; kırmızı. Gökyüzünün siyahlığını kızıllıkla örtüyorlar, ayı dahi kapatıyorlar. Kırmızı bulutları düşünüyorum, güzel ve acıklı geliyor gökyüzü bu halde. Kırmızı şarap içen var mıdır, şu an o bulutlara bakıp?

Sonra ay soyunuyor. Sevişmeye hazırlanıyor ve dekolteli, kırmızı elbisesini usulca atıyor üstünden. Bulutlar ayın ışıklarını saklamaktan vazgeçip, yavaşça ilerliyorlar. Ay tüm beyazlığıyla, diriliğiyle orada parlıyor. Ay; dolunay.

Efkarımı arttırıyor sadece. Oturuşum dikleşiyor.

Telefon çalıyor, ev telefonum, telsizim.

Arayanın kim olduğu belirince, işte başlıyor, diyorum. Bu akşamlar bir şeyler olmalıydı ve arayan babam. Şaşılacak ne mi var, on sekiz aydır konuşmuyor oluşumuz.

Hiç. Merhabasız, hâl hatırsız.

Telefonu açıyorum, sakinim, beni özlediği için aramamış. Ben küçükken, İstanbul’da yaşardık ve o zamanlar, çok iyi arkadaş olduğumuz, oyun arkadaşlığı yaptığımız akrabam, uzak kuzenim, trafik kazası geçirmiş. Bu şehre taşınmamızla birlikte, ben on yaşındayken, uzaklaşmış, uzaklaşmıştık. Hiç konuşmamıştık. Durumu ağırmış.

“Eski akrabam” diyebileceğim birinin kaza geçirmesi, beni babamın aramasından daha çok ilgilendirmemişti. Üzülmek istesem de, beceremedim, bir yabancıydı ve her trafik kazasını okurken, izlerken, dinlerken yahut duyarken kahrolursak, bu memlekette yaşayamazdık. Babam da üzülememişti, sesinin en uzak tınısından anlayabiliyordum. Kahrolmaya, ağlamaya hazırlanan bir sesi vardı, fakat benimle aynı neden olsa gerek beceremiyordu. Aslında kötü oynadığı söylenemez, oynamasının tek nedeni ise yanında başkaları olması, akrabalar…

Ben anlayabiliyordum, ben babamın ne düşündüğünü, ne yaptığını, ne yaşadığını kolayca anlarım, hastalıklı ve mucizevi bir şekilde. Aslında, baba oğul olduğumuza göre, çok da mucizevi değil. Sadece aşırı netlikte, aşırı dozda. Babam da bunu bilir, hiç söylememiş olsam da. Bunca zamandır görüşmememizin nedeni de bu olsa gerekir, benden korkması!

Çünkü o evi terk etti ve uzak şehirlere kaçtı. Birgünde, nedensiz, aniden. Annem çok şaşırdı önce, sonra çok üzüldü, sonra öldü. Annem ölünce, babam şehre geri döndü. Cenazesine katılmak için. (Ve sadece denizi özlediğinden) Cenaze için camiye  geldiğinde, anne tarafım pek iyi karşılamadı, doğal olarak. O da namazı kıldıktan hemen sonra, (denizsiz bir şehirde yaşaması çok zor olmasına rağmen) denizsiz şehrine döndü. Kimseyle konuşmadan.

Yani babam, “merhaba” demeden önce telefonda, sesini son duyduğum kelimeler “helal olsun”du.

Uzun aylar önce. Çok aylar önce.

Telefon kapandığında, tekrar gökyüzüne baktım, dolunay gerçek bir kadın vahşiliğinde görünüyordu, ürperdim. Çayımı yudumladım.

Zavallı çocuk. Görüşmediğimiz zamanlarda, önce iyi okulları bitirmiş, sonra bir bankada basamakları tırmanmış. Başarı basamakları. Sonra da, bizi bulmak amacıyla, İzmir’e gelirken kaza geçirmiş.

Öleceğini düşünüyordum. Arabası, ayak altında ezilmiş teneke kutu kola gibiymiş ve içinden uzun uğraşlar sonucu ağır yaralı çıkarılmış.

Babamın dört ay önce İzmir’e döndüğünü de bu telefonla öğrenmiş oldum. (denizsiz şehirde yaşayamadığı için) Şimdi, hastanedeymiş, akrabalarının yanında. Hastane yeterli olmadığı için, çocuğu İzmir’e, üniversite hastanesine getirmişler. Kendi arabasıyla başladığı yolu, bir ambulans sedyesiyle, yatarak tamamlamış. Kader.

Kadere inanırım. Bugün bir şeyler olacaktı, bu gece ve olanlar beni ilgilendirecekti. Hep bunu hissediyordum, sabahtan beri. Huzur içinde, kötü haberleri duymak için, telefonlarımı, çayımı, fon müziğimi ayarlamış, huzursuzlukla bekliyordum.

Öncesinde de her şey iyi sayılmazdı, efkarlı oluşumun nedeni, kötü hislerim değildi sadece. Hüzünlü aşk şarkıları seçmiştim, aşık ve hüzünlüydüm.

Çayımı tazeliyor ve balkona yöneliyorum tekrar. Hastaneye gelmene gerek yok, dedi babam. Babamın, hayatı boyunca bana yaptığı en büyük kıyak! Kötü bir adam değildir, bana göre,  ama kötü olmayan herkes iyi de değildir. Beni fazla sevdiğini düşünmem, yine de ben onu severim. Büyüdüğümde, küçüklüğümden daha fazla sevmeye başladım, çünkü anladım. O; beni, annemi değil, kendini sevmiyor. Koca sırları, saklıyor ve dünyaya iğneyle ilintili gibi yaşıyor. Günü gününe, hastalıklı, korkak, korkunç acılar içinde.

Ve bazen hayata yeni bir sayfayla başlıyor. Başlamaya çalışıyor, sanki hayat birbirinden bağımsız sahnelermiş gibi, sanki dün olan bugün unutulabilirmiş gibi, sanki pazartesi, pazar’ın ertesi değilmiş gibi.

İnsanlar anlamıyorlar, haklılar ve çoğu babamdan hiç hoşlanmıyor. Babamdan nefret eden bir insan grubu da vardır ve sayıları iki elin parmaklarından çok olsa gerekir. Annemin, erkek akrabalarından bazılarının ise, babamı öldürmek gibi tutkuları olması beni şaşırtmaz, var mı bilmiyorum. Ben de onlarla pek görüşmüyorum.

Bir gece, annemin eski bir aşığının, anneme yaptıklarından dolayı babamı öldürdüğünü, düşümde gördüm.

“Telefon çalmalı”… Evet, sanki öldüğünü duyunca zavallı çocuğun, rahatlayacağım. Sadece soru işaretlerinin dağılmasını isteyen bir istek bu. Masum olmayabilir, ama iyi niyetli. Rahatsız uyumamak için sadece, öyleyse bencil. Bencilse de iyi niyetli değil.

Babamı düşünüyorum. Ben babamdan daha bencilim şimdi. Babamın çocuğu olduğumu, ilk defa hissediyorum. Sevinmiyorum. Gurur duyulacak bir adam değil babam. Tutkuları annemi öldürdü.

Gitar solosu başlıyor, salondan sesler yükseliyor. Bir elektrogitar ne kadar acıklı nota basabilirse, hepsini basıyor. Çayımın arda kalanını bir hışımla, bir nefeste içiyorum.

Odama, yatağa doğru yürüyorum. CD çaları kapatmıyorum, üstümdekileri aydan hızlı soyunup, yatağa giriyorum.

Telefon çalmıyor.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi

sürgününü yitiren bir şairin ardından.

ey en eski kuytulara saklanan çocuk sevgilerinin aleniliği, en derin kuyuların karıncalanan karanlığı, ses uyumları, bıçaklar ve bütün balkonlar; bir şairin arkasından ne kalır? ey en büyük adamların ayakkabıları, koca binaların camekanları, en derin korkulardan fışkıran öfke, kulak aşinalığı, kılıçlar ve bütün kadınlar; bir şairin arkasından kim kalır? kendi makus talihini makaslarla kesen terzilerdir şairler ve hep büyük konuşur, her zaman büyük ölürler. *