Ana içeriğe atla

Aşk'a Bir Yazı

Diyecekler, Aziz Valentin'in Günü geçti, bayram seyran değil, aşkı yazmak nereden esti. Beni bilenler, demezler, aşk bu akıla hep eser, akıl yerinde yeller eser bazan da. Hem, nisan arefesi'dir; gerçi şu gönüle gözel bir çift göz hep nisan olsa da. Gözde görürüz, gözle görülmeyeni bazan da.

Bir hafta, iki tane ikilik'ten konuştuk bir arkadaşla, bir hafta düşündüm, şimdi de yazmaya çalışacağım. "İnsan yahut adam" ve "suret ile hakikat"tı ikilik'ler. İnsan olma mücadesinde, insan kalma kavgasında, aşkı nasıl yorumlamalıyız. Ölümü vuslat görecek kadar hakiki aşk'a düşülmüş bu topraklarda; şehvani arzuya aşk demek kolay da, aşk dahi itiraz etmez mi, iki günlük alışverişin diline düşen "aşkım"a. Bir kadına duyduğun istek, aşk mıdır tutku mu? Nerede aşk olur nerede tutku? Bir sınırı var mıdır, yahut aşk dediğin o yansılama, vücudunun hormonlarından ibaret bir arzu mudur?

İkilik'lerden konuştuk, ancak arkadaş'a söylediğim, benim bir üçüncü olduğum, fena bir hâl, hani şair Attila İlhan'ın "felaketi olan" o hâl. Bu hâlin şiirini o yazmış, ben zaten nazımda olmamış bir şairim, onun için artık nesir tutuyorum. Ne fenadır, nasır tutmuyorum hâlâ, hep yara alıyorum, yara almak büyümek demek ise, büyümek  "adam olmak" değil de, insan olmak olsun, sürekli büyüyorum. Büyürken yazıyorum, sonra bakıyorum bir arpa boyu yol gitmişim, yahut çemberi dönüp de başa gelmişim. Yeldeğirmeninle dövüşüp yenilmesem de, yeldeğirmenine aşık olan, türkçe yazılan ve türkçe yazan bir don kişot olmuşum, yorgun düşmüşüm. Yorgunluğum geçince, suret değişip, başka bir surette aşkı arıyorum yeniden.

Demek istediğim bu, aşk-ı suret'ten, aşk-ı hakiki'ye yol arıyorum, hakiki aşk'ın kapısız kalesinin önünde bekliyorum. Onun için göz'de görmeye çalışıyorum yol'u, ama ömrüm yolculukta geçiyor da, bazan amacı unutup da, göz'e kandığım oluyor. Bir toprak parçası olan vücud'a  gönül verecek oluyoruz, dert yokmuş gibi, insan olmak hali başımda dert değilmiş gibi, başımızı eğip dert ediyoruz suret'i. Bu hâl de insanlık hâl'idir, onun için insan olmak zorluğu yazıyorum, suret'e kanmadan insan, belki kanayamaz, kanamamazsa insan olamaz.

Re, suret'ten biridir; suret, hakikat içindedir. Bir suret, bu yolda yoldaş olur, zor bir adam olmazla, uzun yolu gönlü çekerse.

Yol içinde yol var, yollar çatallı. Bu yazı da yolda yürümektir, yolda yürürken kendi kendine içinden konuşmak kadar samimi olmaya çalıştım. İçimden geleni yazmaya çalıştım, ilmek gibi kelimelerden kelam örsem de, kimseyi kırmadan, kendimi görmeye çalıştım. Kendini bazan aynada, bazan aynı'da görürüm; sende beni gördüm, bende bazan şeytanı, bazı zaman hakikatı görüyorum. Şey içinde şey var, o başka bir yazı'dır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Açık uçlu hikâye.

Evvela ithaf. -beni yeniden yazmaya çağıran M'ye hikâyeden önceki yazımdır. Ve yazgısını kendi çağıran yazıya giriş. Yazmayı unuttuğum bir hikâyeyi okudum bugün, neden ve nasıl bilmiyorum, çünkü yazmayı da unutmuştum. Ellerim olduğunu dahi unutmuştum. Ellerim olmadan kördüm ben. Kararsız kararlığa körlemesine girdim, kararsızdı muhakkak, çünkü yazılmamış bir hikâye yazılmayı beklemez.  Kahvenin karanlığını akla çağıran gelişme. Hayat bu yüzden tuhaf, beklenmeyen yerde başlarız yazmaya, bir daha yazmayacağına dair bir yanılgı içine hâkim olduğunda. Hikâye gözlerine bakar ve yaz beni der, yazar iradesizdir, irade sahibi olan öyküdür okuyan bilmez. Hikâye yazdırır kendini. İlham dersin yahut rüzgâr, kendine çağırır hikâye. Alelacele gidersin, hayat bu yüzden tuhaf. Yazamayacağın sanrısını ve onca işi bırakır, hikâyenin gözlerinde bir kelimede bin kelime çağırır aklın.  Yazar çaresizdir, hikâyenin esiridir. Geç kaldığını düşünse de, başlar yazmaya. Sonunu b

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi

Ötekinin Hikâyesi

Quid rides?  Mutato nomine, de te fabula narratur. Quintus Horatius Flaccus “Güya buraya bir daha asla gelmeyecektim.” Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesinde, bir Amerikan kahvecisinin tuvaletinin kapısında görmüştüm bu cümleyi. Hiç unutamadım. Çünkü o zamanlar bir hikâye üzerinde düşünüyordum, nereden başlamalıyım, nasıl yazmalıyım diye kendime soruyordum. Yıllarca çabaladım, aslında yıllarca kaçtım yazmaktan. Çünkü kalemi elime her aldığımda, kendimi bir daha gelemeyeceğim kadar güzel zamanlarda buluyordum ve bu yüzden de hatırlamamak için “bir daha gelmeyeceğim” deyip yazmaktan kaçıyordum. Boşuna kaçıyordum aslında, bir daha gelmeyecek olsa da yaşanmış olması bile hayatımın geri kalanını değiştiren, güzelleştiren bir hikâye yaşadım. Bir hikâyenin ilk cümlesi önemlidir. Okuru okumaya ikna etmeye ilk cümlede başlamalıdır yazar. İlk cümle, çarpıcı olmalı, etkileyici olmalı; akılda kalmalıdır. Bu hikâyenin başı benim için çarpıcıydı, tam anlamıyla, olması gerektiği gibi.