Ana içeriğe atla

Yoklar ve Varlar ve Yine Yeni Bir Düşkırığına Dair.

"dün yine düş kurdum, dün yine düşüm kırıldı. sonra yüzüm düştü, yüzüm kırıldı."

bu cümleyi az önce bir çırpıda, bir gece yorgunluğunun ardından, bir rüzgâr'a kırılınca yazdım. dal kadar kırılgan düşler kuruyorum, güneş battığında esen hafif bir rüzgâr'a dahi kırılıyorum. şairmiş gibi, çocukça düşler kuruyorum. oysa ne şairim, ne çocuk. kendime kırılıyorum en çok.

bu cümleyi, mısralarla alt alta yazsam şiir olurdu. yuvarlağın köşeleri kadar belki. yuvarlığın köşeleri kadar sonsuz kere keserdi.ama ben şair değilim, kelimeler'e de kırıldım en çok, anlamlar karşısında o kadar eksikler.

akşam da ne güzel batıyor ha, dedim, dün akşam. bir arkadaşa, o kadar sesli dedim ki, neredeyse bağırdım, sanki o arkadaştan başka herkese duyurmak için. başka bir arkadaşa, insan düşkırığına neden aşina olamaz, dedim. cevabını biliyor musun dedi. bilmiyorum, dedim, ama cevabı mı, cevabı bilip bilmediğimi mi, yoksa bildiklerimden başka bilmediğim herşey için, söyledim. eskiyunan'da bir filozof değilim, hiçbir halt bilmediğimi biliyorum demem. ama us'tan bana nasip yok, onu biliyorum.

çocukça. o kadar çocukça ki, yaşımdan başımdan utanıyorum. gözyaşım akmadı, ne içime, ne dışıma, ben çocukluğumda bile düşmekle ağlamam, gözyaşımdan utanmazdım. ama öyle bakmıştım gözlerine, ta içine, en içine, akşam batmadan önce. onun adını biliyordum, ona bir isim vermedim, kendi adımı unutmuştum da değil. hatta "adını gizleyeceğim / sen de bilme" desem, yalan olur. bu yazının izini bilmez, ama bilse, en başta o bilsin. ama ne çiçekler verdim, ne onu bırkabileceğim seviştiğimiz geceler var. "gelme dur ne olur" dediğim yok, ben şair olmadığımdan, yahut bir yaşanmışlık olmadığından. "gel" değil de, "gör" diyorum, hiçbir amerikan yakışıklısına benzemem, ben sana benziyorum. o kadar farklıyız ki, birbirimizde ki aynıyı bulmaktan başka yolumuz yok. şairden keimeler çalıyorum sana, sana çiçekler veriyoum işte, gör.

mart başında yanlışlıkla boş bıraktığım bir defter sayfasına, bir not almıştım. dün, akşam da ne güzel batıyor ha, dediğim arkadaşa, akşam batmadan önce, sen duyasın diye okuttum, o zaman daha düşler yeşildi. hatta sana okutmayı düşündüm de önce, utandım. şimdi utanmadan bir de buraya yazacağım. yine herkes okur, ama yine sen okuyasın diye.

"kış ortası gibi bir mart başında, bir çift sımsıcak gülen göz görmüştüm, nasıl böyle baktığına şaşırmıştım. bu sayfada o gözlerin yazısı olsun ne yazık çizmeyi bilmem."

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Açık uçlu hikâye.

Evvela ithaf. -beni yeniden yazmaya çağıran M'ye hikâyeden önceki yazımdır. Ve yazgısını kendi çağıran yazıya giriş. Yazmayı unuttuğum bir hikâyeyi okudum bugün, neden ve nasıl bilmiyorum, çünkü yazmayı da unutmuştum. Ellerim olduğunu dahi unutmuştum. Ellerim olmadan kördüm ben. Kararsız kararlığa körlemesine girdim, kararsızdı muhakkak, çünkü yazılmamış bir hikâye yazılmayı beklemez.  Kahvenin karanlığını akla çağıran gelişme. Hayat bu yüzden tuhaf, beklenmeyen yerde başlarız yazmaya, bir daha yazmayacağına dair bir yanılgı içine hâkim olduğunda. Hikâye gözlerine bakar ve yaz beni der, yazar iradesizdir, irade sahibi olan öyküdür okuyan bilmez. Hikâye yazdırır kendini. İlham dersin yahut rüzgâr, kendine çağırır hikâye. Alelacele gidersin, hayat bu yüzden tuhaf. Yazamayacağın sanrısını ve onca işi bırakır, hikâyenin gözlerinde bir kelimede bin kelime çağırır aklın.  Yazar çaresizdir, hikâyenin esiridir. Geç kaldığını düşünse de, başlar yazmaya. Sonunu b

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi

Ötekinin Hikâyesi

Quid rides?  Mutato nomine, de te fabula narratur. Quintus Horatius Flaccus “Güya buraya bir daha asla gelmeyecektim.” Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesinde, bir Amerikan kahvecisinin tuvaletinin kapısında görmüştüm bu cümleyi. Hiç unutamadım. Çünkü o zamanlar bir hikâye üzerinde düşünüyordum, nereden başlamalıyım, nasıl yazmalıyım diye kendime soruyordum. Yıllarca çabaladım, aslında yıllarca kaçtım yazmaktan. Çünkü kalemi elime her aldığımda, kendimi bir daha gelemeyeceğim kadar güzel zamanlarda buluyordum ve bu yüzden de hatırlamamak için “bir daha gelmeyeceğim” deyip yazmaktan kaçıyordum. Boşuna kaçıyordum aslında, bir daha gelmeyecek olsa da yaşanmış olması bile hayatımın geri kalanını değiştiren, güzelleştiren bir hikâye yaşadım. Bir hikâyenin ilk cümlesi önemlidir. Okuru okumaya ikna etmeye ilk cümlede başlamalıdır yazar. İlk cümle, çarpıcı olmalı, etkileyici olmalı; akılda kalmalıdır. Bu hikâyenin başı benim için çarpıcıydı, tam anlamıyla, olması gerektiği gibi.