Ana içeriğe atla

Temmuz.

Hangi kelime, hangi suskunluktan iyi bilmiyorum. Yine de yazıyorum. Durmadan yazıyorum yine, yaz oldu diye mi, oysa güzde daha iyi yazmalıyım. Hani geçen yaz o vardı, bu yaz, bu temmuz ne var? Bu temmuzun da hakkını yemeyelim aslında, bu temmuz da, onun yokluğu da dahil, birçok şey var. Onca yoğun geçen günler. Önce yüzün, sonra bilincin, en sonunda da yeldeğirmenlerinin arkası'nı gördüğüm akşamlar var. Sonra, birden kendimi başka bir taşrada buldum, geri de döndüm. Âh'ı içimde duyup, ciğerden haykırdım en nihayetinde. Upuzun bir aydı, hayatımın uzun temmuzlarından biri. 


Geçen sene o vardı, yine böylece, uzun bir temmuzdu. Ama, geçen sene temmuz, daha çok ağustosun arefesiydi sanki. Ortasında onu "göğünyüzüne" davet ettiğim ağustosun, ancak arefesiydi. Gökyüzünde bulutların toplanmasıydı ancak, yağmur değildi.


Yağmur demişken, ikibinaltı temmuz'u var hayatımda. Doğru, inkar edemem, etmem de, gözüm başım üstüne, önce "latince bir elif" vardı. Beni yazdıran herşeyin yarısı, o'dur. Ne zamandır görmediğimi hatırladım, bir ara karşılaşıyorduk. Suskunluğu, kelimelere tercih edebiliyordum, ikibinaltı temmuz'undan sonra onu gördüğümde nasıl yapabildiğimi hâlâ bilmiyorum. Neyse. Bu blog, onun ateşi geçtiğinde başladı, bu yüzden "latince bir elif"i pek yazamadım, biraz da cesaretsizlik. Ama, onu yazmadıysam, kendimi de eksik yazmış kalırım. Belki bir zaman yazarım. Yirmiyedi mart ikibinonüç, uzak bir tarih, belki daha önce. Belki de yazamam, belki bu yazdıklarımı bile silerim kim bilir?


Elim değmişken, şimdi "2006 temmuz sonrası" isimli, kötü şiirler klasörümü kurcaladım bilgisayarda. Gerçekten kötü şiirler, altı yıl olmuş. İkibinaltı mart ile temmuz arasında yazdığım, "Takısız Kalem Damlamaları" bin defa yeğdir. Ben gerçekten eski bir dostun dediği gibi "olmamış bir şair"mişim, iyi ki ısrar etmemişim, düpedüz "kötü bir şair" de olabilirdim o yanlış yolda. Birgün iyi şiir yazacak mıyım? Hayatımda en çok istediğim şey, ne yalan söyleyeyim. Şiir yaşayan bir adam olarak, şiir yazmayı kendime hak görüyorum.


Yanılgı? Belki. Neyse ne, bir zaman belki bu düşüm gerçek olur. Umut? Değil. Umut hakkında daha bugün yazdım.  "Umut kadar büyük ikinci bir yalanımız yok âdemoğlu olarak. Haybeye taşınan bir yük, bizi çürüten en büyük yalan. Düşkırığını derinleştirmekten başka hiçbirşeye yaramayan umut, denizin ortasındakı zehirli yılan."  Belki, bu yazdığım da yalandır. Yalan değilse de, en azından hınç dolu, öfke dolu olduğumu söylemeliyim pek çok zaman umut'a karşı. Yazdıklarım da bunun etkisi olabilir, yoksa şimdi çevremdeki herkese "herşey güzel olacak" diyen ben, gerçek bir kaybeden değiilim.


İkibinaltı temmuz'u sonrasında, hatta öncesinde de bir parça öyleydim. 19 yaşına yaklaşıyordum sadece, şimdi de sadece 25'imin kapısındayım. Hayat, ömür vefa ettikçe, uzunca bir yol. Âşık Veysel'in ruhu şâd olsun diye, "uzun ince bir yol" diye düzeltiyorum. Neydi mesele? Temmuz. "2006 temmuz sonrası" isimli dosya klasörü. Bir şiirde "herşey turuncudan öldü" yazmışım. Yalan. Hâlâ yaşıyorum. Re'den sonra da yaşayacağım gibi. Hiçbirşey turuncudan ölmedi o vakit de, ama onun sayesinde doğan birçok şey var. Teşekkür borçluyum. Altı yıl boyunca, her akşam aynı düşüncede değildim, ama bu akşam görebiliyorum. Açıkça. Yanılgı? Sanmam.

"Vedasızlanma" isminde bir "şiirim" var, ikibinaltının onuncu ayı. "ben şairim / vedalara alışmam" diye iki dize var. Tüm bu klasörün en güzel yanı bu. Ben şairim vedalara alışmam. Şair olma arzusunun, şair olduğunu sanma yanılgısıyla birleşmiş hâli. Vedalara alışmam. O çocuk gibi, hiçbir zaman vedalara alışamayacağım.  Biliyorum.

Hangi kelime, hangi suskunluktan iyi bilmiyorum. Ama, kelimeler benim yolum, kelimeler nasıl da beni alıp nerelere getirdi. Bilinçaltımın sokaklarında, kendi deyimimle, bilinciminaltında nasılca dolandım. Buralara nasıl geldim? Aslında, etli bamya'yı yerken gelmişti aklıma. Kendime şaşırmıştım, nasıl hatırladığıma şaşırmıştım. Altı yıl sonra. O, hatırlar mı bilmem. Kelimelerin beni buraya getirmesi kolay oldu. Re'yi seviyor olsam da, yarın bir başkasını sevsem de, "latince bir elif"i de daima seveceğim. Bazı akşamlar nefret de ettim, her akşam aynı değildir. Ama, bu zamandan sonra, aklıma "etli bamya" dâhi geliyor da, öfke gelmiyor. Gelmesin de. O olmasa, ben eksik kalırdım. Yanlışımızla ve doğrumuzla, hamurumu kardık. Yolu düşüyor mu hâlâ yazdıklarıma bilmiyorum, düşüyorsa, bu bir selamdır. Bu yazdıklarımı silmeyeceğimi anladım.

Aralık'larda mart, ağustos'larda temmuz, yarın da dâhi dün gizli. Kelimeleri pek çok zaman suskunluğa yeğlememin nedeni bu olsa gerek. Kelimelerle, en güzel işimi yapıyorum. Dün, "Takısız Kalem Damlamaları"nı yazarken, bugün bir başkasına, en güzel takıyı yapmaya, kelimelerle kuyumcu titizliğinde çalışmaya uğraşıyorum. Kelimeleri eğip büğerken, onlar da beni eğip büyüyor. Kelimeler de beni şekillendiriyor.

Yazarken, öykü yazarken yahut böylece yazı yazarken, bazen yazı kendi şeklini kendi alıyor. Yazıya başlarken, ilk iki cümle vardı elimde sadece, otobüste aklıma gelmişti. Oturdum yazmaya başladım, belki de üçüncü yılına yaklaşan bu blog'daki en içten, en oyunsuz, en sade yazılarımdan birini yazdım. Oldukça da güzel gözüküyor şu an gözüme. Yanılgı? Sanmıyorum.

Umarım birgün ikisi de bu yazıyı okur. Bu yazıyı, onlara ithaf ediyorum.

"Latince bir elif ve Re için." 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Burada

“ eski bir şarkı belki bir şiir ” İzmir’in ayazında evvelki yazgılardan ismimi sildim seni tanıdım ama hatırlayamadım senlerin içinde seni ayıramadım İzmir’de ısıtmaz güneş yanımda azalırken bir çınarın gölgesi karşımda cumartesinin eksiği karagöz oyunlarının gölgesi çelebinin rüyası hezârfenin düşüşü hacıvatın kibirli sessizliği birinci yalnızlığımdan arda kalan yeni veliahtların masaya düşen gölgesi şairlerin eski ahitleri cümle hataların güncesi benim yarınım benim dünüm yanaklarım bileytaşı temel temelsiz direklararası böyle yıkılmaz (yalnız bu şarkı kırmızıdır çabuk çarpar şimdiden şehla bakıyor gözlerin) İzmir şehrim işim resim yazmaktır Sen miydin belkahveden bir yazıyla indiğim senin yüzünden seninle gözlerin sizli tafsilatını bilmiyorum tanrım bilir taksiratımı ve sakallarımı ben hatıralara inanmıyorum barikatlara ve dağlara da amentüsü inkar olan o kadın sen miydin belma sebil miydi eski birşey maalesef aklımda hergün hakikat şarkısının eksik notası (Dün bir gün seni de gördü...

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

On beş.

Bu bloga yazmaya, dile kolay, on beş sene önce bugün başlamışım. Demek ki bu bloga yazarak büyümüşüm. Zaten, kendi güncelerim gibi, öncelikle kendim için yazdım buraya; bu yüzden de okunup okunmadığını umursamadan, zaman zaman büyük aralıklarla da olsa, daima yazdım. Yaşadığım hikâyeler, yazdıklarımdan tuhaf olduğundan; yazdıklarım yaşadıklarıma, yaşadıklarım yazdıklarıma karıştı. Okurlarım on beş yıl boyunca daima az oldu; ama en güzeli, buraya yazdıklarım, daima bu blogun okurları oldular.  Bu bloga yazarken büyüdüm. Pek çok şey umduğum gibi olmadı, pek çok şey öğrendim. Ne yazık ki, bazen kayıplardan öğrendim. Düşe düşe yazdım, düşe kalka yaşadım; düştüğüm yerden daima kalktım. Hayır, tek başıma kalkmadım. Hep, rahmetli babamın, sevgili ailemin, değerli dostlarımın destekleriyle kalktım. Hezârfen inadıyla, daima Üsküdar’a varmayı umdum. Hep tuhaf hikâyelere düştüm. Zaten Hezârfen’in hikâyesi de Çelebi’nin düşü değil miydi? Zamanın azizliği, on beş yıl böylece geçti.