Ana içeriğe atla

Ağustos azalırken.

Ağustos azalıyor. Eylüle, güze, güzel zamana varma hasretiyle günleri harcıyorum. İzmir'e ilk güz yağmurunun düşmesini bekliyorum. Verilmiş bir sözü bekler gibi yahut cemrelerin düşmesini bekler gibi. Baharı ve güzü birbirinden ayırmadan, ilk ve son, tüm baharlara eyvallah diyerek, öylece bekliyorum.

Ama, güze sonbahar diyesim gelmiyor. Sonbahar da şairane bir kelime; ancak güz, tok ve turuncu sanki. Güz, gönlümde sonbahardan güzelce.

*

Ağustos azalıyor. Ama, gecelerin uzamasından başka, çoğalan birşey yok. İnsanlar da azaldı. Sesler de, yüzler de dahi. Neden, nasıl bilmiyorum, bir anda, ansızın, sessizlik çoğaldı. -Gecelerin uzamasından başka, sessizlik de çoğaldı.- Herhalde, dedim, arkası görülecek şeyler bitti. Arkası yazılacak şeyler bitti sandılar, sanıyorum. Bilmiyorum, belki de yanılıyorum. Zaman gösterecek. Zaten bekliyorum.

*

"Kelimelere çok fazla anlam yüklüyorsun" dedi dostum. Öyle. Özellikle yazdığım her kelimeye titizlikle yaklaşmaya çalışırım. Yazılan her kelimeye çok anlam yüklerim, haddinden de fazla. Yazılmayan kelimeleri, ne yapmalıyım?

*

Belki de yazmamalıyım. Ama, gerçeği yadsımak için aşkı kullanmayı yazacaktım, öylece bir plan kurmuştum. Yazımın arkasını da, bir yarına bırakıp gitmiştim, "Yazıda bir çatlak." adlı yazımda. Sonra, planları ve akşamları deviren, çatlakları büyüten akşamüstüm oldu. Birgün yine de yazmalıyım, ama bu akşam değil.

*

Sesler azaldı, yüzler azaldı; kelimeler de azaldı. Yazacak az birşey varmış, onları da yazdım. Bu akşamlık da bu kadar olsun.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Açık uçlu hikâye.

Evvela ithaf. -beni yeniden yazmaya çağıran M'ye hikâyeden önceki yazımdır. Ve yazgısını kendi çağıran yazıya giriş. Yazmayı unuttuğum bir hikâyeyi okudum bugün, neden ve nasıl bilmiyorum, çünkü yazmayı da unutmuştum. Ellerim olduğunu dahi unutmuştum. Ellerim olmadan kördüm ben. Kararsız kararlığa körlemesine girdim, kararsızdı muhakkak, çünkü yazılmamış bir hikâye yazılmayı beklemez.  Kahvenin karanlığını akla çağıran gelişme. Hayat bu yüzden tuhaf, beklenmeyen yerde başlarız yazmaya, bir daha yazmayacağına dair bir yanılgı içine hâkim olduğunda. Hikâye gözlerine bakar ve yaz beni der, yazar iradesizdir, irade sahibi olan öyküdür okuyan bilmez. Hikâye yazdırır kendini. İlham dersin yahut rüzgâr, kendine çağırır hikâye. Alelacele gidersin, hayat bu yüzden tuhaf. Yazamayacağın sanrısını ve onca işi bırakır, hikâyenin gözlerinde bir kelimede bin kelime çağırır aklın.  Yazar çaresizdir, hikâyenin esiridir. Geç kaldığını düşünse de, başlar yazmaya. Sonunu b

Ötekinin Hikâyesi

Quid rides?  Mutato nomine, de te fabula narratur. Quintus Horatius Flaccus “Güya buraya bir daha asla gelmeyecektim.” Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesinde, bir Amerikan kahvecisinin tuvaletinin kapısında görmüştüm bu cümleyi. Hiç unutamadım. Çünkü o zamanlar bir hikâye üzerinde düşünüyordum, nereden başlamalıyım, nasıl yazmalıyım diye kendime soruyordum. Yıllarca çabaladım, aslında yıllarca kaçtım yazmaktan. Çünkü kalemi elime her aldığımda, kendimi bir daha gelemeyeceğim kadar güzel zamanlarda buluyordum ve bu yüzden de hatırlamamak için “bir daha gelmeyeceğim” deyip yazmaktan kaçıyordum. Boşuna kaçıyordum aslında, bir daha gelmeyecek olsa da yaşanmış olması bile hayatımın geri kalanını değiştiren, güzelleştiren bir hikâye yaşadım. Bir hikâyenin ilk cümlesi önemlidir. Okuru okumaya ikna etmeye ilk cümlede başlamalıdır yazar. İlk cümle, çarpıcı olmalı, etkileyici olmalı; akılda kalmalıdır. Bu hikâyenin başı benim için çarpıcıydı, tam anlamıyla, olması gerektiği gibi.

Taksir.

Körparlak bir ay gibi parlıyordu yorgun gecenin sabahı, susmamın nedeninden habersiz, konuşmamdan umarsızdı. Yine de bir merhaba dememi istiyordu, öylesi kolaydı. Karşımdaydı. Kör bir sessizliğin gürültüsü ürkütmüştü, şimşeklerden korkan bir çocuğun gözleriyle. Gözünün tam ortasında bir ıslaklık parlıyordu, suya vuran ay gibi, o kadar. Neden, dedi, sormasından belliydi beni hiç tanımadığı, anlamadığı, inanmadığı, umursamadığı. İstemediğini söylediği ağzında, bazı yalanlar geveledi. Cesetler dahi konuşsun istiyordu, tek istediği oydu. Belki karşısında oturanın hisleri, arzuları, acıları, öfkesi, uzun lafın kısası, ruhu olduğundan bile habersizdi. İnanmak istemiyordu işlediği cinayete, kaçıncı bıçakta öldürdüm sizi bay maktül, diye sormasından belliydi bir taksir olduğu. Tanrı taksiratımızı affetsin. Bıçağı vurdu achillesimi bulana değin, bulanıyordu yer göğe dün gece.