Ana içeriğe atla

Bir akşam geceye vararken.

Bir zaman, akşam geceye vararken, bir an öyle oluyor ki, şairlerin o küstah acılarından dolayı, şairlere kızıyorum. Sanki, benim acım sonsuzmuş, şiir yazmak benim hakkımmış sanıyorum, yazamadıkça da şairlerin alayına sinkaf ediyorum. Benim olan, olması gereken, herşeyi elimden alıyorlarmış gibi geliyor. O çocuk ve şairler bir oluyorlar, beni biçare kılıyorlar sanıyorum. Oysa, hiçbirşey, hiçbirisi, benim hakkım değil. O çocuğun da, şairlerin de suçu yok. Ama, bunu bana anlatmayın. Öfkemi elimden almayın. Şairler, şiirimi çalınca, bana birşey kalmadı.

*

Dün, "göğünyüzüne"yi yazalı bir yıl oldu. Hiçbirşey olmadı. Hiçbir şiir de yazmadım, yazamadım, ondan sonra. Bir defa, eylülde, bir şiirim öldü, sonra ben öleyazdım. Ekim, düzgün bir güzdü. -tam anlamıyla, düşkırığıyla beraber- Kasımda, kendimden de, ondan da nefret ediyordum. -aşık olduğumu bilmediği gibi, bunu da bilmez, bilmesin de zaten- Aralık desen, onaltısında, saplantılı tuhaf bir kutlama. Ocak ve şubat'ı sorma, sormazsınız ki zaten. Mart, kapıdan. Nisan, mayıs, haziran. Temmuz, işte onca yazdım. Ağustos.. Sözde kısa olacaktı. Olmadı. Hiçbirşey olmadı. İki defa onu gördüm. Birinde, dörttük; birinde, ben birdim, o iki. Dün, işte, ağustosun onikisiydi. Dün de, hiçbirşey olmadı.

*

Neden taktıysam bu gözlüğü, hanginizin yüzü lazım ki bana? Hangi yüzümüz, yazmayacağım, tüm yüzlerimize kallavi sinkaf. Bulanık silületlerimiz, hakikatımıza yakın. Bulanık suretlerimiz, güzel. Hepimizin zavallılığını yazacak değilim. Kendimin ki bana yetiyor. Sizin zavallılığınızı şairler yazıyor, gazeteler yazıyor, hepimizin acısını. Ölümler, ölümleri yazmıyorum. Beynim uyuştu sanırım, korkarım alıştım da. Ne korkunç bir aşinalık, ne aşağılık. Onsekizinde çocukların ölümüne nasıl alışır insan? Çocukluğunu yitirerek. Çocukluğumu günden güne yitiriyorum. onun çocuksu ruhuna tutunmaya, nefes almaya çalışıyorum, ona da hakkım yok. Böylece, ruhum katılaşıyor. Gözyaşları da olmasa, hepten iğrenç bir adam olacağım da, neyse ki gözyaşlarım var.

*

Bana birşey kalmadı, yazmıştım, gözyaşlarım var, yazdım. Böyle birşey kalmış elimde, biraz da kelime, hiç yoktan yeğdir mi diyeceğim? Ne bileyim. Gözlerini istiyorum, bakmak istiyorum, uzunca bakmak. Masumca bakmak. Hiçbir hareket olmadan, sanki an donmuş kadar, bir tek bakmak. Bunun için fotoğraf var, diyeceksiniz. Var, ama fotoğraf ölüdür. O canlılığı, o çocuksuluğu, o masumiyeti, hangi fotoğrafta dondurup bakmak ister insan? Yine de bakıyorum. Kendi zavallılığımı yazacak değilim. Yazdım mı yoksa? Öyleyse, ne yapayım? Yine yazmaktan, daima yazmaktan başka neyim var. Düşünmeyeceksin, diyenlerin de iki gündür sesi çıkmadığına göre, düşe kalka yazacağım. Elimde kalan budur. Elimden gelen de budur. Ustama da kallavi küfür.

*

Usta, körolmayası usta, sen haklısın. "İşçiyim ben, işçi kalacağım". Kelime işçisiyim ancak, onun gözlerinin. Sahibi olamayacağım. Zincirlerime daha sıkı sarılıp, daha çok yazacağım. Ondan habersiz, duymazlarsa dünyadan habersiz, ama dünyayı yıkarcasına yazacağım. Yapacağım başka birşey yok. Yapabildiğim başka birşey yok. Ustamın adı Hıdır mıdır?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

On beş.

Bu bloga yazmaya, dile kolay, on beş sene önce bugün başlamışım. Demek ki bu bloga yazarak büyümüşüm. Zaten, kendi güncelerim gibi, öncelikle kendim için yazdım buraya; bu yüzden de okunup okunmadığını umursamadan, zaman zaman büyük aralıklarla da olsa, daima yazdım. Yaşadığım hikâyeler, yazdıklarımdan tuhaf olduğundan; yazdıklarım yaşadıklarıma, yaşadıklarım yazdıklarıma karıştı. Okurlarım on beş yıl boyunca daima az oldu; ama en güzeli, buraya yazdıklarım, daima bu blogun okurları oldular.  Bu bloga yazarken büyüdüm. Pek çok şey umduğum gibi olmadı, pek çok şey öğrendim. Ne yazık ki, bazen kayıplardan öğrendim. Düşe düşe yazdım, düşe kalka yaşadım; düştüğüm yerden daima kalktım. Hayır, tek başıma kalkmadım. Hep, rahmetli babamın, sevgili ailemin, değerli dostlarımın destekleriyle kalktım. Hezârfen inadıyla, daima Üsküdar’a varmayı umdum. Hep tuhaf hikâyelere düştüm. Zaten Hezârfen’in hikâyesi de Çelebi’nin düşü değil miydi? Zamanın azizliği, on beş yıl böylece geçti.

10 Mayıs 2024

Bugün, Ramada Kemalpaşa Otelinde, İzmir Büyükşehir Belediyesi başkanı sayın Dr. Cemil Tugay ve Kemalpaşa  Belediyesi başkanı sayın Mehmet Türkmen beyefendiler ile Kemalpaşa sanayisi ve yapılabilecekler üzerine bir toplantıdaydık. Cemil başkan konuşurken, bir anda iki yıl önce o anlarda babamı son defa gördüğümü hatırladım. Sonra, 11 Mayıs 2022 günü saat 02:59'da çaldı telefonum; babam hasta değildi artık, ben de çocuk değildim. Hemen ertesi günü, işyerine uğramak zorunda kaldım. Babamın kredi kartı ödemesi vardı; o olmasa da, kart ödemesi vardı ve ödemek için de buraya gelmeliydim. Buraya yazıyorum, çünkü bu satırları da yine işyerindeki odamda yazıyorum. Kapıdan ilk içeri girdiğimde, her şey çok büyük gözüktü bir anda gözüme. Sanki yeniden altı yaşımda fabrikaya gelmişim gibi, küçülmüştüm. O yalnızlığı öylece duydum, o anda anladım. Yine de "büyümem" lazımdı, hem de bir gün öncesinden, 10 mayıs 2022'den çok daha fazla büyümem lazımdı; çünkü artık "Yılmaz beyin o...