Ana içeriğe atla

Okunaksız bir hatıra.

Cumartesiyi yine yazmalıyım, ilmek ilmek yazmalıyım. Hiçbirşey olmamasının o mutlak yoğunluğunu, "âh minel aşk ve minel garaib" dedikten sonra, bilip bilmeden büyüyen suskunluğu. Bilmediğini nasıl öğrendiğimi yahut sandığımı, tüm bu ağustosa nereden geldiğimi ilk baştan yazmalıyım.

Yazmamalıyım belki de. Çünkü, en başta, yazacak birşey yok. Tövbe, aşkımdan başka birşey yok, onu da çok yazdım. Ancak, yeni kelimelerle yazabilirim, yeni kelimelerim olursa. Ama, cumartesi -eksik vuslat- sandığımın aksine, kelimeler getirmek yerine, kelimelerimi kaçırdı. Yazacağımdan çokça emindim oysa, ne de olsa gözlerine bakınca onca kelimeler talan edecekti aklımı. Etmediler. Buruk bir gülümsemenin kelime anlamıydım, kelimem yoktu. Nereden bakarsan bak, açıkça yazmamalıyım. Çünkü, hiçbirşey olmadı.

Adı olmayan bir kimseymişim, gölgeymişim ancak. Bunu mu yazayım? Bana bir çocuğu sever gibi seslenişini mi? Hayır. Hepsini yazacağım, sırası gelecek elbet. Ama, bilincimin oldukça üstündeler daha, bilincimaltında şekillerini kaybedene dek beklemeliyim. Peki ben bu yazıda ne yazıyorum? Okunaksız bir hatıra.

Eğer o gün, temmuzda bir gündü, onaltı aralık'ın -o zaman için- habersiz şahidiyle muhabbet ederken konu oraya gelmeseydi, o tahmin etmesiydi, cumartesi olan olmayacaktı. Hayır, daha iyi olmayacaktı. İyi ki oldu, sonra anlatmaya başladım. -yağmurlu bir akşamdı, ama nasıl yağmur yağıyor- Sonra. Sonrası, bilincin tüm sokaklarının arkalarında, arka mahallelerimizde dolaştık, benim tüm sokaklarım işgal altındaydı.

İşgal imgesinin doğruluğunu tartışabiliriz. Ne gerek varsa. Onun için ben ancak bir gölgeyken, nasıl tüm sokaklarımı işgal ettiğini iddia edebilirim. Muhtemelen haberi, daha da kuvvetle muhtemel, umru bile olmayan bu duruma nasıl işgal diyebilirim. Derim.

Çünkü, umut bir sanrıdır. İşte bundan eminim, kendimde ve bir başkasında daha görüyorum, umut aklın önünde bir duvardır. Umut, gerçeği tam tersiyle değiştirme hâlidir. "Bir başkası" da keşke bunu böyle yapmasa, keşke gerçeğin o kahredici soğuğunu duysa. İşte, cumartesi, belki de benim sanrılarım dağıldı. Gerçeği gözümle gördüm. Kahredici soğuğu duydum, ama ilk akşamdan sonra daha iyi geldi. Umarım, "bir başkası"na da gerçek iyi gelir. Hayır, iyi gelmeyecek, ama katlanacak.

Gerçek nedir'i tartışmayacağız. Sevdiğin kadın, başka bir adamı seviyordur ve onunla mutludur. Gerçek'ten bu akşam kastım bu. Sana düşen, -burada bana düşen- efendi gibi sevgini içinde yaşayıp, içinde köreltip, sadece yazıp çizip, sessiz sakin oturmaktır. Ben bunu yaptım, yapacağım da. Bu benim enayiliğim de olsa, müthiş asaletim de olsa -dalga geçiyorum- yapacağım budur.

Onu yazmam bile belki hoş değil, ama yazıyorum. Çünkü, bu acıya katlanış biçimim bu, kimseye zararı olmayan bu yazıları yazmaktan vazgeçecek değilim. Kimse onda "bir nota" göremeyecekse, ben gördüysem, bunu yazmak zorundayım. Bu yazılar onun da hakkıdır.

Çok gereksiz bir yazı yazıyorum. Okunaksız bir hatıra. Yazının başlığının bu olacağına ilk yazdığımda karar vermiştim. Yazılarımın -ne zamandır yazmadığım öykülerimin ve kötü şiirlerimin de- başlıklarını genelde yazdıktan sonra koyarım. Bazen de, bu yazıda olduğu gibi, yazı içinde, başlık ben buradayım der, elinden tutarım.

Cumartesiyi bir daha yazmamalıyım. Bu haliyle yazmamalıyım, zaten yazamıyorum da. Yazacak birşey yok.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

10 Mayıs 2024

Bugün, Ramada Kemalpaşa Otelinde, İzmir Büyükşehir Belediyesi başkanı sayın Dr. Cemil Tugay ve Kemalpaşa  Belediyesi başkanı sayın Mehmet Türkmen beyefendiler ile Kemalpaşa sanayisi ve yapılabilecekler üzerine bir toplantıdaydık. Cemil başkan konuşurken, bir anda iki yıl önce o anlarda babamı son defa gördüğümü hatırladım. Sonra, 11 Mayıs 2022 günü saat 02:59'da çaldı telefonum; babam hasta değildi artık, ben de çocuk değildim. Hemen ertesi günü, işyerine uğramak zorunda kaldım. Babamın kredi kartı ödemesi vardı; o olmasa da, kart ödemesi vardı ve ödemek için de buraya gelmeliydim. Buraya yazıyorum, çünkü bu satırları da yine işyerindeki odamda yazıyorum. Kapıdan ilk içeri girdiğimde, her şey çok büyük gözüktü bir anda gözüme. Sanki yeniden altı yaşımda fabrikaya gelmişim gibi, küçülmüştüm. O yalnızlığı öylece duydum, o anda anladım. Yine de "büyümem" lazımdı, hem de bir gün öncesinden, 10 mayıs 2022'den çok daha fazla büyümem lazımdı; çünkü artık "Yılmaz beyin o...

On beş.

Bu bloga yazmaya, dile kolay, on beş sene önce bugün başlamışım. Demek ki bu bloga yazarak büyümüşüm. Zaten, kendi güncelerim gibi, öncelikle kendim için yazdım buraya; bu yüzden de okunup okunmadığını umursamadan, zaman zaman büyük aralıklarla da olsa, daima yazdım. Yaşadığım hikâyeler, yazdıklarımdan tuhaf olduğundan; yazdıklarım yaşadıklarıma, yaşadıklarım yazdıklarıma karıştı. Okurlarım on beş yıl boyunca daima az oldu; ama en güzeli, buraya yazdıklarım, daima bu blogun okurları oldular.  Bu bloga yazarken büyüdüm. Pek çok şey umduğum gibi olmadı, pek çok şey öğrendim. Ne yazık ki, bazen kayıplardan öğrendim. Düşe düşe yazdım, düşe kalka yaşadım; düştüğüm yerden daima kalktım. Hayır, tek başıma kalkmadım. Hep, rahmetli babamın, sevgili ailemin, değerli dostlarımın destekleriyle kalktım. Hezârfen inadıyla, daima Üsküdar’a varmayı umdum. Hep tuhaf hikâyelere düştüm. Zaten Hezârfen’in hikâyesi de Çelebi’nin düşü değil miydi? Zamanın azizliği, on beş yıl böylece geçti.