Ana içeriğe atla

Yirmibeşi Devirirken - Onuncu Fasikül

"Mücehver takmamıştı, ama gözleri vardı." Bu cümleyle lise birde, o zaman ki edebiyat hocamın "Zamanın Manzara"sını tüm sınıfa okutmasıyla tanıştım. Lisede de güzel insanlar tanıdım, güzel hocalarım, kıymetli arkadaşlarım oldu. Oldu, olmadı. Olmamasının nedeninin çoğu da benim. Mesela, aşk uğruna, can havliyle, bir dostuma yaptığım birşey var ki, kendimi hâlâ affetmiyorum. Çocuktum, diyemiyorum, aşıktım, diyemiyorum, halis bir kötü ruh hareketiydi o. Ruhumun karanlık yüzünü, pek çok yazmayacağım takdir edersiniz ki, size kendimi o kadar da açmayacağım. Anı anlatıyoruz diye, kendimizi mi yerelim, kendimizi mi kötüleyelim illa ki. Sonra annem kızıyor zaten, "oğlum, neden habire benden adam olmaz, diye yazıyorsun" diyor. "What can I do sometimes?" diyemiyorum, adeta bir Fatih Terim gibi.


"Big games easy than the other games. Unfortunately. everytime is we have the control the games, under the control the games, during the games. We have the some possibilities, some big chances, some big okazyons, something like that but what can i do, sometimes? And it's the football, that's the football. Something happened. Everything is something happened. But anyway now is in the tabela, we have to seen the situation, now is second position. And one point more. I don't want to see the back, I want to see the front.

Fatih Terim
Sayın Terim'e ayıp olmayacaksa, ben yine biraz gerilere bakmak istiyorum. Alaybey'de Girgin Konak Apartmanı'nın sekizinci katına gidip, yine karşı komşumuz Zuhal teyzede, Pınar ve Irmak'la oynayan benimle karşılaşıyorum.

Uzunca bir süre bu apartmanda yaşadım. Hâlâ sürmekte olan dostluklarla, modern zamanın apartman kavramından çok uzakta bir yerdi burası. Kâh aşağıya iner, Yağız'la korsancılık oynardım, kâh karşı dairede olurdum.

Doğumgünlerini, apartmanın arka bahçesinde kutlardık.Kimin doğumgünü olursa oradaydık, çok fazla çocuk olduğundan, çok doğumgünü olurdu. Ufak tefek eğlenceler de yapardık. Ben beşinci sınıfta Barış Manço olamadım, ama ondan çok önce, hem de defalarca Tarkan olmuşluğum vardır. "A Acayipsin" şarkısını ezbere bilirdim. "Başkası olma kendin ol, böyle çok daha güzelsin. Ya gel bana sahici sahici, ya da anca gidersin." Hâlâ daha çoğunu hatırlıyorum şarkının, bir doğumgünü falan olursa çağırabilirsiniz yani, para mühim değil, üç yüz beş yüz birşey verirsiniz işte, gönlünüzden ne koparsa. (Düşündüm de düğündür, sünnetir, bunlar da olur. Sizlere "performans sergilerim".)

O zamanlar, sabahın köründe uyanırdım. Uyanırdım ve efendi gibi otururdum dememi beklemiyorsunuz herhalde, bir çocuk olarak, misafir dahil, kim varsa uyandırırdım. "Yasin ağbi, kağğğk, kağğğk!" Bir yandan da dürterek, sizi sabahın köründe küçük bir çocuğun uyandırmaya çalıştığını düşünün. Ben olsam beni döverdim. Ama, çocuk işte, dövsen dövülmez, sövsen sövülmez.

Bir sabah uyandığımda, babam yine yurtdışından gelmişti herhalde, büyükçe bir kutu vardı salonda. Sega Master System, oyun konsolu. Alex Kidd'in dibine vururduk, Pınar'la ve Irmak'la. Rambo benzeri, belki de Rambo'ydu pek hatırlamıyorum, bir oyun vardı. Formula 1 vardı, "Aytron Senna Monaco GP".

Oyun oynamaktan nasıl vazgeçer insan, diye çok şaşırdığımı hatırlıyorum. Oyuncaklarla olsun, hayalgücümüzle olsun nice oyun yaratıyorduk.Mesela Yağız'la korsancılık oynarken, ranzasını gemi, teleskopunu bazuka yapıyorduk. Korsam gemisinde bazukanın ne işi var, teleskopu dürbün yapsana, derseniz, çocukla çocuk olmayın, derim.

Neslihan ablam, Nilay ablam gelirdi bize yatıya, oyunlar uydururduk. Hatta bir defasında beyaz eşya satıcısıydık hepimiz. (Narkotikçi ağbilerim not: Öyle değil ağbicim, buzdolabı falan. Dur ağbi, kolumu bükme. "Al bunu al, al, al.") Ben Arzum satıyordum, reklamlar falan yazıyorduk kağıtlara, tükürüklerle duvarlara yapıştırıyorduk. Reklamlarda da kendimizi övmek yerine rakibimizi yeriyorduk nedense.

Ama, insan büyüyor, oyundan da vazgeçebiliyor. Altı yaşındaki bana bunu söyleyebilirim. Bir şekilde, altı yaşımdaki halimle konuşabilmek isterdim. O benim yanıma gelsin, ben onun yanına gideyim, konuşalım. Ne diyeceğim ki, bilmiyorum, öyle öğüt falan vermeyeceğim, versem de aynı naneleri yine de yiyecek zaten. Havadan sudan konuşmak isterdim. Ama, dediğini anlamakta zorlanabilirdim, yine de o konuşur dururdu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Açık uçlu hikâye.

Evvela ithaf. -beni yeniden yazmaya çağıran M'ye hikâyeden önceki yazımdır. Ve yazgısını kendi çağıran yazıya giriş. Yazmayı unuttuğum bir hikâyeyi okudum bugün, neden ve nasıl bilmiyorum, çünkü yazmayı da unutmuştum. Ellerim olduğunu dahi unutmuştum. Ellerim olmadan kördüm ben. Kararsız kararlığa körlemesine girdim, kararsızdı muhakkak, çünkü yazılmamış bir hikâye yazılmayı beklemez.  Kahvenin karanlığını akla çağıran gelişme. Hayat bu yüzden tuhaf, beklenmeyen yerde başlarız yazmaya, bir daha yazmayacağına dair bir yanılgı içine hâkim olduğunda. Hikâye gözlerine bakar ve yaz beni der, yazar iradesizdir, irade sahibi olan öyküdür okuyan bilmez. Hikâye yazdırır kendini. İlham dersin yahut rüzgâr, kendine çağırır hikâye. Alelacele gidersin, hayat bu yüzden tuhaf. Yazamayacağın sanrısını ve onca işi bırakır, hikâyenin gözlerinde bir kelimede bin kelime çağırır aklın.  Yazar çaresizdir, hikâyenin esiridir. Geç kaldığını düşünse de, başlar yazmaya. Sonunu b

Ötekinin Hikâyesi

Quid rides?  Mutato nomine, de te fabula narratur. Quintus Horatius Flaccus “Güya buraya bir daha asla gelmeyecektim.” Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesinde, bir Amerikan kahvecisinin tuvaletinin kapısında görmüştüm bu cümleyi. Hiç unutamadım. Çünkü o zamanlar bir hikâye üzerinde düşünüyordum, nereden başlamalıyım, nasıl yazmalıyım diye kendime soruyordum. Yıllarca çabaladım, aslında yıllarca kaçtım yazmaktan. Çünkü kalemi elime her aldığımda, kendimi bir daha gelemeyeceğim kadar güzel zamanlarda buluyordum ve bu yüzden de hatırlamamak için “bir daha gelmeyeceğim” deyip yazmaktan kaçıyordum. Boşuna kaçıyordum aslında, bir daha gelmeyecek olsa da yaşanmış olması bile hayatımın geri kalanını değiştiren, güzelleştiren bir hikâye yaşadım. Bir hikâyenin ilk cümlesi önemlidir. Okuru okumaya ikna etmeye ilk cümlede başlamalıdır yazar. İlk cümle, çarpıcı olmalı, etkileyici olmalı; akılda kalmalıdır. Bu hikâyenin başı benim için çarpıcıydı, tam anlamıyla, olması gerektiği gibi.

Taksir.

Körparlak bir ay gibi parlıyordu yorgun gecenin sabahı, susmamın nedeninden habersiz, konuşmamdan umarsızdı. Yine de bir merhaba dememi istiyordu, öylesi kolaydı. Karşımdaydı. Kör bir sessizliğin gürültüsü ürkütmüştü, şimşeklerden korkan bir çocuğun gözleriyle. Gözünün tam ortasında bir ıslaklık parlıyordu, suya vuran ay gibi, o kadar. Neden, dedi, sormasından belliydi beni hiç tanımadığı, anlamadığı, inanmadığı, umursamadığı. İstemediğini söylediği ağzında, bazı yalanlar geveledi. Cesetler dahi konuşsun istiyordu, tek istediği oydu. Belki karşısında oturanın hisleri, arzuları, acıları, öfkesi, uzun lafın kısası, ruhu olduğundan bile habersizdi. İnanmak istemiyordu işlediği cinayete, kaçıncı bıçakta öldürdüm sizi bay maktül, diye sormasından belliydi bir taksir olduğu. Tanrı taksiratımızı affetsin. Bıçağı vurdu achillesimi bulana değin, bulanıyordu yer göğe dün gece.