Ana içeriğe atla

Yirmibeşi Devirirken - Sonuncu Fasikül

Onu gördüm. Öylece bana bakıyordu bir bebek. Benimdi. Bendendi. Canımdan bir parça. Baba olmanın o dehşetli duygusunu, sonsuz mutluluğunu, sınırsız endişesini içimde duydum. Katıla katıla ağladım.

Bu rüyayı geçtiğimiz ay gördüm. Hayatımın bir döneminin kapandığını, yeni bir zamanın, yeni bir yolun, başka yolculukların habercisiydi. Umudun habercidir bebek, umut insanın en büyük zehri olsa da, yine de bir bebek yüzünde kanarız umuda. Yahut, çocuk masumiyetini koruyabilmiş bir genç kızda. Kandım.

Belki ben babamdım, doğan bebek ise bendim. İlk birkaç yılını hastanelerde geçirecek, doktorlardan birinin, annemle babama "çok da umutlanmayın" diyeceği bebek. Bendim.

Ama, işte yaşadım. Pek çoğu güzel anılardan oluşan, yirmi beş yıl devirdim. Nice sokaklar yürüdüm, bazı sokaklarda bir kaldırıma oturup ağladım, bazı sokaklardan omuz omuza geçtim dostlarla. Yalan söylemeyeceğim, bazı boş sokaklardan şarkı söyleyerek geçen de bendim. Ama, işte yaşadım. Şiir yaşadım, kâh bir kediye özendim, kâh lamekan bir evsize. Öyküye de düştüğüm oldu, öyle anlar yaşadım ki, yazamadım bile.

Ocak ayında ameliyat öncesinde, anestezicilerle konuşurken, fiziksel zorluklardan dolayı düşük bir ihtimal de olsa ex olma ihtimalinden soğuk bir şekilde bahsettiklerinde, yaşamı ve ölümü düşündüm. Yanımda anneannem eriyordu, günden güne ölüyordu, yanına oturup düşünüyordum. Yaşamayı sevdiğimi o zaman anladım, lisedeki melankolik çocuğun ölümden de yaşamdan da habersiz bir cahil olduğunu o zaman anladım.

Ameliyattan sonra uyanınca hissetiğim hazzı yazacak kelime bilmiyorum. Beni endişeyle bekleyen ailemle konuşmak için, bekleme salonunda uyanık kalmaya çalıştım.

Hastaneden çıktıktan sonra günden güne kötüleşen anneannemin yattiğı odaya girdim. Konuşma yeteniğini kaybediyordu artık, beni gördü gülümsedi. "Maşallah, maşallah!" dedi canlı, sağlıklı bir sesle. Sadece bu iki kelime. Bana söylediği son kelimeler bunlardı.

Diyeceğim, sevgili dostlarım, anılarımı böylece bitiriyorum. Yirmibeş yılımın bir özeti ve muhasebesi buradadır. Sonuçta, Hayrettin yahut Simoviç, Kaptan Bülent yahut Takoz Recep, Jardel yahut herhangi biri olamadım. Fatih Terim de olamadım, ben oldum. İyi bir insan mı oldum, kötü mü? İnsan olarak, her ikisi de içimde. Evliya da değilim, şeytan da. Adam olmaz bir adamım, tezatlarımla beraber benim.

Ben bu seriyi yazarken pek çok yerde eğlendim, bu sonuncu'sunda ise gözlere yer yer bulut indi. Umarım, okunmaya değer birşeyler çıkmıştır ortaya. Pek tabii, sürç-i lisan ettikse affola.

Bilincimin sokaklarında aylakça dolaşıp yazmaya, sevip yazmaya, düşünüp yazmaya, hep yazmaya devam edeceğim Allah izin verdikçe. Esen kalın.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

On beş.

Bu bloga yazmaya, dile kolay, on beş sene önce bugün başlamışım. Demek ki bu bloga yazarak büyümüşüm. Zaten, kendi güncelerim gibi, öncelikle kendim için yazdım buraya; bu yüzden de okunup okunmadığını umursamadan, zaman zaman büyük aralıklarla da olsa, daima yazdım. Yaşadığım hikâyeler, yazdıklarımdan tuhaf olduğundan; yazdıklarım yaşadıklarıma, yaşadıklarım yazdıklarıma karıştı. Okurlarım on beş yıl boyunca daima az oldu; ama en güzeli, buraya yazdıklarım, daima bu blogun okurları oldular.  Bu bloga yazarken büyüdüm. Pek çok şey umduğum gibi olmadı, pek çok şey öğrendim. Ne yazık ki, bazen kayıplardan öğrendim. Düşe düşe yazdım, düşe kalka yaşadım; düştüğüm yerden daima kalktım. Hayır, tek başıma kalkmadım. Hep, rahmetli babamın, sevgili ailemin, değerli dostlarımın destekleriyle kalktım. Hezârfen inadıyla, daima Üsküdar’a varmayı umdum. Hep tuhaf hikâyelere düştüm. Zaten Hezârfen’in hikâyesi de Çelebi’nin düşü değil miydi? Zamanın azizliği, on beş yıl böylece geçti.

Burada

“ eski bir şarkı belki bir şiir ” İzmir’in ayazında evvelki yazgılardan ismimi sildim seni tanıdım ama hatırlayamadım senlerin içinde seni ayıramadım İzmir’de ısıtmaz güneş yanımda azalırken bir çınarın gölgesi karşımda cumartesinin eksiği karagöz oyunlarının gölgesi çelebinin rüyası hezârfenin düşüşü hacıvatın kibirli sessizliği birinci yalnızlığımdan arda kalan yeni veliahtların masaya düşen gölgesi şairlerin eski ahitleri cümle hataların güncesi benim yarınım benim dünüm yanaklarım bileytaşı temel temelsiz direklararası böyle yıkılmaz (yalnız bu şarkı kırmızıdır çabuk çarpar şimdiden şehla bakıyor gözlerin) İzmir şehrim işim resim yazmaktır Sen miydin belkahveden bir yazıyla indiğim senin yüzünden seninle gözlerin sizli tafsilatını bilmiyorum tanrım bilir taksiratımı ve sakallarımı ben hatıralara inanmıyorum barikatlara ve dağlara da amentüsü inkar olan o kadın sen miydin belma sebil miydi eski birşey maalesef aklımda hergün hakikat şarkısının eksik notası (Dün bir gün seni de gördü...