Ana içeriğe atla

Ben ile Kendim: Volüm yahut Bölüm İki

Güneşli, ama serince bir ekim günüydü. Okuldaydım. dersi bekliyordum. Bir bankta oturmuş, çayımı yudumlayıp, bir yandan da gelene geçene bakıyor, kendimce vakit öldürüyordum. İlham geldi, "Güneş güzü yalanlıyor." dedi. "Seni yalanlamadan git buradan, yürü git." dedim. Yüzsüz ilham yandaki banka oturdu. Gözlerini de bana dikti, çağırayım diye bekliyor, "he mi?" dercesine bakıyordu. İlhama sinirim geçmemişti, yüzsüzlüğünü gördükçe de artmıştı. Okulun çıkışına kadar kovaladım.

Nefes nefese kalmıştım, elim ayağım titriyordu. Oturdum. Gözümü eğlemeye devam ettim. Belki de doğuştan bir yazar olarak, istemsizce, nefes alır gibi gözlem yapıyordum. Kendim geldi, teklifsizce yanıma oturdu. "Nefesini sevsinler, kendini yazanım, kendine yazarım benim." dedi. "Yahu arkadaş, iç sesime ne karışıyorsun." dedim. Güldü. Gülünce pirinç dişleri gözüktü. "Gülme, gülümse." dedim. Fularsız bir Hıncal Uluçmuşçasına gevrek gevrek güldü. "Hayrola? Keyfin yerinde?" dedim. "Nasıl olmasın?" der gibi, imâlı imâlı baktı. Evet, kendimin çok sevdiği gibi bir başıma kalmıştım, yalnızdım. Güz mevsiminde melankolinin dibine vurmuştum. Yazmak için tüm koşullar hazırlanmıştı. Daha, doğrusu hazırlamıştı. Demek ki, planı kendim yapmıştı, belki de ilhamla beraber düşünüp taşınıp planı harekete koymuşlardı. Bu planı farkedince, İsmail Türüt'ten bile daha çok sinirlendim. "Ulan." dedim, "Sen ne biçim bir altkimlikmişsin, ne kadar pis Freudyen bir vakâymışsın. Huzurumu kaçırdın, bir de karşıma geçmiş gevrek gevrek gülüyorsun." dedim. Konuştukça kendime hiddetleniyordum. "Bir de artiz artiz konuşmadan anlatmalar falan. Sessiz sinema mı çeviriyorsun, Şarlo musun?" dedim. Sırıttı. Sadece sustu ve sırıttı. Beni delirtmeye çalışıyordu. "Senin gibi altbenliği... Elâlem Tyler Durden diye altkimlik yaratır, sinemada Brad Pitt oynar. Benim altbenliğime bak, karşımda yine kendim. Bir de sinema yapıyor bana. Madem film olmaya o kadar meraklısın, başka bir vucütla geleydin, hikâyenin sonunda anlasaydık senin altbenlik olduğunu. Hangi yapımcı satın alır hikâyeyi bu haliyle!" diye nefessiz içimi döktüm.

"Ağbi, iyi misin?" dedi kendim bana. "Ne ağbisi?" dedim. "Ne bileyim, birden öyle, işte." dedi.Şöyle bir baktım kendime, aslında fena adam değildi. Huysuzdu, dengesizdi, melankolikti; kendi sevdiği ortamı yaratmak için benim huzurumu bozmuştu. Şimdi de karşıma geçmiş bana "ağbi" çekiyordu. Bu mu fena değildi Allah aşkına. Birden yine sinirlendim. "Düşman yapmaz senin yaptığını. Yürü git, gözümün önünde durup canımı sıkma. Kendimi dövdürme bana, Fight Club estetiği yaşamayalım okulun ortasında." diye bağırdım. Ben bağırınca, kendim hindi gibi kabardı. "Fight Club'a bir kere selam çaktın yeter, dönüp dönüp lafı oraya getirme. Anladık. Tyler Duden'ı Brad Pitt oynuyordu hacı, ama takdir edersin ki sen de bir Edward Norton değilsin." dedi. Sustum, cevap vermezsem giderdi belki. "Bir İlham İrem vardı ne oldu ona?" dedi. Kendim, kendi yaptığı espiriye güldü. Ben gülmemeye çalıştım, "Pıhs." diye bir ses çıkardım, gülmemi tutmaya çalışırken. Yine de susmaya devam ettim.

Karşıdan rüyamda dedesini gördüğüm kız geçiyordu. Kendim dirseğiyle beni dürttü. Bilinçaltımın yapacağı şey anca bu kadar olurdu, ya altbenliğimi benimle aynı surette ve sıfatta karşıma çıkarırdı, yahut sadece yeni sınıfta uzaktan gördüğüm bir kızın dedesini rüyama çıkarırdı. Sözde dedesi pek tabii, sadece uzaktan gördüğüm, hiç tanımadığım bir kızın dedesini hiç görmemiştim. Rüyamda ise bir şıh olarak görmüştüm. Bilinçaltım, naif miydi, yoksa salak mıydı, karar veremiyordum. Bir insanı, güzel bir kızı bana "rüyamda dedesini gördüğüm kız" diye betimleten bilinçaltıma küfrettim.

Kendim, "Kıza yiyecekmiş gibi bakma." dedi. "Yok ya, ne bakması, dalmışım. Bilinçaltımı düşünüyordum." dedim. "Senin bilincin ne ki, altı ne olsun?" dedi. Güldü. Kıza bakmaya devam ediyordum, kız baya yaklaşmış önüme gelmişti. Selam vermeye niyetlendim, "merhaba" demek için ağzımı açtım, bir saniye olsun bana bakmıyordu. Açık bir ağızla beklerken, öylece yanımdan geçti. İşte o an ilham geldi, daha doğrusu çıktı, bankın arkasında saklanıyormuş, çıktı. İkimizin arasına eğildi, "Adeta bir güz çiçeği, isimsiz tanımsız bir çiçek gibi salınarak yürüyordu. Dolgun dudaklarında gülümseme izi yoktu, akşamüstünü oradan ikiye yararak yürüyor, mütevazi mucizesini gösteriyordu." diye mırıldandı. Kendim bir ıslık çaldı, ben de "Es oğlum es." diye ilhama ara gaz verdim. "Bilinmezliği akşamüstünü öldürüyordu. Kırılgan bir akş..." diye devam edecekti ki, "Yine mi kırılgan? Bir şey de kırılmaz olsun, mübarek züccaciye dükkanı." dedim. İlham kırılmıştı. sustu.

Bir sessizlik oldu. İlham geldi, ikimizin arasına oturdu. Bir bankta ben, kendim ve ilham oturuyor, gelene geçene bakıyorduk. Kendim, ilhama kız gösterdi. "Bu nasıl? Güzel kız değil mi? Değil mi ilham, söylesene." dedi. İlham, "Yoklukta gideri var." dedi. Sinirlendim. İlhamın pisi de bana denk gelmişti. Üç kelimeyle edebiyat yapıyor, araya "kırılgan" atıp, utanmadan sanat diye edebiyat diye önüme koyuyordu, bir de "gelir gider hesabı" yapıyordu. Ellerim yine titremeye başladı. Gözüm seğiriyordu. "Ne demek, gideri var. Ne demek ulan bu. İlhamsın sen, böyle ilham mı olur? Züccaciye dükkanı ne oldu? Delirtecek misiniz beni? Yürüyün gidin, yoklukta yitip gidin! İkiniz de." diye bağırdım. İlham kendime baktı, kendim istifini bozmadı. Ben kalktım.

"Bilincimin de, altının da, üstünün de." diye söylene söylene yürüdüm, sınıfa doğru gittim.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Burada

“ eski bir şarkı belki bir şiir ” İzmir’in ayazında evvelki yazgılardan ismimi sildim seni tanıdım ama hatırlayamadım senlerin içinde seni ayıramadım İzmir’de ısıtmaz güneş yanımda azalırken bir çınarın gölgesi karşımda cumartesinin eksiği karagöz oyunlarının gölgesi çelebinin rüyası hezârfenin düşüşü hacıvatın kibirli sessizliği birinci yalnızlığımdan arda kalan yeni veliahtların masaya düşen gölgesi şairlerin eski ahitleri cümle hataların güncesi benim yarınım benim dünüm yanaklarım bileytaşı temel temelsiz direklararası böyle yıkılmaz (yalnız bu şarkı kırmızıdır çabuk çarpar şimdiden şehla bakıyor gözlerin) İzmir şehrim işim resim yazmaktır Sen miydin belkahveden bir yazıyla indiğim senin yüzünden seninle gözlerin sizli tafsilatını bilmiyorum tanrım bilir taksiratımı ve sakallarımı ben hatıralara inanmıyorum barikatlara ve dağlara da amentüsü inkar olan o kadın sen miydin belma sebil miydi eski birşey maalesef aklımda hergün hakikat şarkısının eksik notası (Dün bir gün seni de gördü...

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

On beş.

Bu bloga yazmaya, dile kolay, on beş sene önce bugün başlamışım. Demek ki bu bloga yazarak büyümüşüm. Zaten, kendi güncelerim gibi, öncelikle kendim için yazdım buraya; bu yüzden de okunup okunmadığını umursamadan, zaman zaman büyük aralıklarla da olsa, daima yazdım. Yaşadığım hikâyeler, yazdıklarımdan tuhaf olduğundan; yazdıklarım yaşadıklarıma, yaşadıklarım yazdıklarıma karıştı. Okurlarım on beş yıl boyunca daima az oldu; ama en güzeli, buraya yazdıklarım, daima bu blogun okurları oldular.  Bu bloga yazarken büyüdüm. Pek çok şey umduğum gibi olmadı, pek çok şey öğrendim. Ne yazık ki, bazen kayıplardan öğrendim. Düşe düşe yazdım, düşe kalka yaşadım; düştüğüm yerden daima kalktım. Hayır, tek başıma kalkmadım. Hep, rahmetli babamın, sevgili ailemin, değerli dostlarımın destekleriyle kalktım. Hezârfen inadıyla, daima Üsküdar’a varmayı umdum. Hep tuhaf hikâyelere düştüm. Zaten Hezârfen’in hikâyesi de Çelebi’nin düşü değil miydi? Zamanın azizliği, on beş yıl böylece geçti.