Ana içeriğe atla

Ben ile Kendim

Sakin bir akşamdı. Evde bir başıma oturuyor, çayımı yudumlarken haberleri izliyordum. Kapı çaldı. Bu saatte gelen kimdi? Kimdi bu münesabetsiz? Kapıyı açtım, karşımdaki kendimdi. Tadım kaçtı. Kimbilir yine neler zırvalayacaktı. Bana küçümseyici bakışlar atarak sorgusuz sualsiz içeri girdi. Döndü bana bakmaya başladı. Benim bilmediğim birşey biliyormuş gibi, küçük dağların inşaat ihalesini almış gibi bakıyordu. "Ne bakıyorsun?" der gibi baktım, kaşımı gözümü oynattım. Böylesine kıl bir adam daha tanımıyordum. Gereksiz bir olgunluk, ukala bir bilmişlik ile beni canımdan bezdirmişti.

Salona doğru yürümeye başladı. Bir vazo alıp arkasından kafasına vurarak bayıltmayı düşündüm, ama ne olursa olsun insan kendine kıyamıyor. Televizyona baktı. "Harp çıkma olasılığı var mı?" dedi. Sustum. İçimden "la havle" çekip ben de salona geçtim.

Koltuğa kurulmuş, bacak bacak üstüne atmıştı. Karşısına geçtim, rahatça oturdum. "Orada burada arkamdan konuşuyormuşsun!" dedi. İçimden "işte başlıyoruz" dedim. "İşi gücü bırakmışsın, kendini yazıyormuşsun!" dedi, bir nefes aldı. "Hani nerede şiir falan yazacaktın? En son ne zaman öykü yazdın? Yazarak memleketi kurtarmayı da bıraktın, anca kendini yazıyorsun! İş mi bu? Edebiyat mı bu?" diye soruları sıraladı. "Şey" dedim, "Şöyle ki, nasıl desem, öykü çok zaman istiyor. Yoğunlaşmak istiyor. Zaman bulamıyorum." dedim. "Oğlum" dedi, "Bari kendine yalan söyleme. Kendini yazmaya nasıl vakit buluyorsun? Arkamdan demediğin kalmadı. Ne huysuzluğum kalmış, ne ihtiyarlığım." dedi. "Okuyor musun yazdıklarımı?" diye sordum. "Bırak, lafı değiştirme. Şiir neden yazmıyorsun? Bunu da açıkla." dedi. "Ha. Şiir mi? Şiir. İlham gelmiyor." dedim.

Birden ayağa kalktı, bana kafa atacak sandım. Gitti, kendine çay koydu, geldi, yine karşıma oturdu. "Nasıl gelsin ilham, geçen gün çok kırmışsın çocuğu." dedi. "Ne çocuğu, eşek kadar oldu." diyemedim, "Ya kendi atar yaptı." dedim. İçimden ilhama küfrediyordum, yememiş içmemiş beni kendime şikayet etmeye koşmuştu demek. Kendimin bu münasebetsiz ziyaretinin nedenini anlamıştım. "Hassas çocuk o." dedi, "I'm sexy and I know it şarkısını söylemeye başlayınca kırılmış." dedi. Kendim, ilhamla benim aramı yapmaya çalışıyordu, ama yelkenleri hemen suya indirmeyecektim. "Ya bırak şunu. Tek bildiği, güz, gri, hüzün. Üç kelime öğrenmiş ilhamım diye ortalarda dolaşıyor. Ben onun yerine olsam sokağa çıkmam. Elin ilhamlarına bak neler yazdırıyor. O ilham biraz adam olsa, şimdiye dek şiir kitabım olurdu, bırak şunu allasen." diye parladım. Ben parlayınca, kendim biraz ürktü, elini ayağını koyacak yer bulamadı. "Öyle deme" dedi, "Sana bunca yıl ilham vermiş, nankörlük etme." Bi defa hızımı almıştım. "Onu da.." dedim, "İlhamını da. İstemiyorum kardeşim, bundan sonra düz adam olacağım. Pırıl pırıl, şahane, tertemiz. Yaşımın adamı olmak istiyorum. İlham bir yandan, kendim bir yandan gençliğimi yediniz. Yetmiş yaşında ihtiyar gibisin, bir kendine baksana. Huysuzsun da tabii, yazdıysam yalan mı yazdım. Ben bu akşam neden evdeyim, kimin yüzünden? Dengesizliğin yüzünden çekmediğim kalmadı." diye kendimi iyice boyadım. "Terbiyesizlik yapma! haddini bil!" dedi sertçe, korktuğunu belli etmemek için üste çıkmaya çalışıyordu. Ben de kendimi dövüp dövemeyeceğimi tartamıyordum, iş kavgaya gitsin istemiyordum. "Tamam, tamam." dedim, "Gelsin bakalım ilham, bir konuşalım."

Kendim pencereyi açtı, ilhama seslendi. Kendimden tiksindim. İlham kapıyı çaldı, açtım. Karşımdaydı, ağlamaktan gözleri şişmişti. Bir an acıdım, salona buyur ettim. Neredeyse koşarak salona geçti. Kendim ilhama göz kırptı, "Rahat ol, yaptım aranızı." der gibi sırıttı. İlhama bakıyordum, ilham bana bakıyordu. İlhama kaş göz yaptım, başını eğdi. "Buyur konuş." dedim. "Ekimi yalanlayan bir güneş, zamanla kavgalı yeşil yaprakların arasından odama vuruyordu." dedi.

İçimden çok ağır küfretttim. "Ekimin de, ilhamın da, zamanın da." diye başladım. Ama, dışımdan ilhama küfretmeye korkuyordum. Kendim ile ilham bir olursa, beni büyük ihtimalle döverlerdi. Kavgadan ilhamı tarafından dövülen ilk yazar olarak çıkabilirdim.

Metaforik olarak etkileyici olsa da, yine de dayak yemeye hevesli biri değildim. İlham hâlâ anlatıyordu, "... düşlerde kırılgan bir sevda sabaha vurdu." dedi. "Birşeyde kırılgan olmasın." diye mırıldandım. İlham dağıldı, "Efendim ağbi?" diye sordu. "Yok birşey." dedim, hazır dağılmışken, "Şimdi bir işim var, sonra devam etsek." dedim. Bozuldu. "Sonra gelebilir miyim bilmiyorum." dedi. "Gelirsen ekime kadar, gelmezsen... Tövbe estağfurullah, konuşturma beni. Kapıdan kovsam bacadan giriyorsun, kendimin yancısı. Elbette geleceksin. Hadi güle güle." dedim, kapıyı açtım. "Tamam ağbi, yarın bir ara uğrarım o zaman." dedi, çekti gitti. O gidince, kendim bana dik dik baktı, birşey demeden o da gitti.

Rahatlamıştım. Kendime bir çay aldım. Oturdum, haftanın maç özetlerini izlemeye başladım.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Açık uçlu hikâye.

Evvela ithaf. -beni yeniden yazmaya çağıran M'ye hikâyeden önceki yazımdır. Ve yazgısını kendi çağıran yazıya giriş. Yazmayı unuttuğum bir hikâyeyi okudum bugün, neden ve nasıl bilmiyorum, çünkü yazmayı da unutmuştum. Ellerim olduğunu dahi unutmuştum. Ellerim olmadan kördüm ben. Kararsız kararlığa körlemesine girdim, kararsızdı muhakkak, çünkü yazılmamış bir hikâye yazılmayı beklemez.  Kahvenin karanlığını akla çağıran gelişme. Hayat bu yüzden tuhaf, beklenmeyen yerde başlarız yazmaya, bir daha yazmayacağına dair bir yanılgı içine hâkim olduğunda. Hikâye gözlerine bakar ve yaz beni der, yazar iradesizdir, irade sahibi olan öyküdür okuyan bilmez. Hikâye yazdırır kendini. İlham dersin yahut rüzgâr, kendine çağırır hikâye. Alelacele gidersin, hayat bu yüzden tuhaf. Yazamayacağın sanrısını ve onca işi bırakır, hikâyenin gözlerinde bir kelimede bin kelime çağırır aklın.  Yazar çaresizdir, hikâyenin esiridir. Geç kaldığını düşünse de, başlar yazmaya. Sonunu b

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi

Ötekinin Hikâyesi

Quid rides?  Mutato nomine, de te fabula narratur. Quintus Horatius Flaccus “Güya buraya bir daha asla gelmeyecektim.” Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesinde, bir Amerikan kahvecisinin tuvaletinin kapısında görmüştüm bu cümleyi. Hiç unutamadım. Çünkü o zamanlar bir hikâye üzerinde düşünüyordum, nereden başlamalıyım, nasıl yazmalıyım diye kendime soruyordum. Yıllarca çabaladım, aslında yıllarca kaçtım yazmaktan. Çünkü kalemi elime her aldığımda, kendimi bir daha gelemeyeceğim kadar güzel zamanlarda buluyordum ve bu yüzden de hatırlamamak için “bir daha gelmeyeceğim” deyip yazmaktan kaçıyordum. Boşuna kaçıyordum aslında, bir daha gelmeyecek olsa da yaşanmış olması bile hayatımın geri kalanını değiştiren, güzelleştiren bir hikâye yaşadım. Bir hikâyenin ilk cümlesi önemlidir. Okuru okumaya ikna etmeye ilk cümlede başlamalıdır yazar. İlk cümle, çarpıcı olmalı, etkileyici olmalı; akılda kalmalıdır. Bu hikâyenin başı benim için çarpıcıydı, tam anlamıyla, olması gerektiği gibi.