Ben, kendim ve ilham bir masaya oturmuş, ilhamın gelişini kutluyor, çay içiyorduk (Evet çay, bildiğiniz kızıl siyah çay. "Ya amirim 'kızıl-siyah' dediysem o manada değil, kara kızıl demedim ya, efendim? Neyi alayım? Ha, arkadaşa, pardon memur beye diyorsunuz. Komserim valla bak. Başımı kendim de eğerdim.")
"İndim dereyeeea, taş bulamadım!" diye türkü çığırıyordu ilham, o çiğ sesiyle detone olmanın kitabını yazıyordu. İlhamın gelmesini kutluyorduk, nereden geldiği hakkında bir fikrim yoktu, hatta hatırladığım kadarıyla ben kovmuştum, ama bir anda coşma geldi, ne oldu, nasıl olduysa, işte kutluyorduk. Askerden gelmiş gibi coşkuluydu ilham, yüz bulunca iyice olmuş, türküden türküye geçiyordu. "Bir dakika, bir dakika." dedim ben, "İlhamcım, ayıp olmazsa sana birşey sormak istiyorum." dedim, "Buyur ağbi." dedi ilham. "Ben o güzelde notayı, senin gibi bet sesli bir ilhamla mı gördüm? Yahu kuzum sen müzikten ne anlarsın?" diye sordum. İlham, gözlüğünü takarak, "Efendim, şimdi şöyle ki, kendin ile ilham, senin bilincaltının yarattığı ve gerek özeleştirisini verip, gerek ise derdini anlattığı karakterler olarak, biz ancak sende olanı sana ve okuyucuya gösteririz. Çünkü, burası adeta bir hayâl perdesi ve biz deriden kesilme figürleriz, bizim canımız sensin." dedi.
"Bir, bana felsefe yapma. İki, uzun metinlerle okuyucuyu yorma. Üçüncüsü de bana laf soktuğunu farketmedim değil. Ayrıca ne bu DVD ropörtajı veren oyuncu tripleri, artiz misin sen?" dedim. İlham gözlerini kıstı, "To be or not to be, that is the question." dedi. Terliği fırlattım, başını eğdi. Terlik uzaklara gitti, çok uzaklara gitti, adeta yoklukta kayboldu.
Kendime döndüm, "Ne oldu, hayırdır, hiç konuşmuyorsun?" diye sordum."Biliyorsun." dedi, "Anlat, okuyucu da öğrensin." dedim, "Onlar da biliyor." dedi kendim, "Eyi o zaman sus heyri, benim canıma minnet." dedim, ilham "Ağbi sen, urumelili değil misin, bu ağızlar ne?" diye sordu. "Em de ta na burama kadar." dedim burnumu tutarak. Birşey demedi.
Sustuk. Bir sessizlik oldu, hepimiz onu düşünüyorduk. Ben, kendim ve ilham bir masada oturmuş, sessizce onu düşünüyorduk. "Fırk." dedim ben, kendimin dudağı titriyordu. İlhama sarıldım, "Çok seviyorum be, yüreğim burkuluyor, anlatamam. Tamam, diyorum, düşünmek yok, yazmak yok, ama onu görünce dayanamıyorum. Görmemeye de dayanamıyorum, zaten görüp göreceğim, kaç ay kaldı burada. Hem de ne kadar denk geliyoruz ki. Bilmiyorum, ne yapacağım, hiç bilmiyorum. Çıldıracağım, göz göre göre ve kimse görmeden çıldıracağım galiba." dedim. İlham, "Dur ağbi, sakin ol. Ona beraberce öyle birşey yazacağız ki, ömrünce unutamayacağı bir takı yazacağız. Suyunu öz harcımızdan verip döveceğiz kelimeleri, sabırla, hasretle ve aşkla, gözlerine yaraşır kelimeler hediye edeceğiz ona. Adı olmayan bir kaldırım taşı olmayacağız, ad verdiğimiz o da bizi hatırlayacak." dedi. İki yanağından öptüm ilhamı, "Söz mü ulan?" dedim, "Söz." dedi. İki gözümden birer damla yaş düştü. Kendime baktım, sessizce ağlıyordu.
Yorumlar
Yorum Gönder