Ana içeriğe atla

Ben ile Kendim: Volüm yahut Bölüm Üç

Ben, kendim ve ilham bir masaya oturmuş, ilhamın gelişini kutluyor, çay içiyorduk (Evet çay, bildiğiniz kızıl siyah çay. "Ya amirim 'kızıl-siyah' dediysem o manada değil, kara kızıl demedim ya, efendim? Neyi alayım? Ha, arkadaşa, pardon memur beye diyorsunuz. Komserim valla bak. Başımı kendim de eğerdim.")

 "İndim dereyeeea, taş bulamadım!" diye türkü çığırıyordu ilham, o çiğ sesiyle detone olmanın kitabını yazıyordu. İlhamın gelmesini kutluyorduk, nereden geldiği hakkında bir fikrim yoktu, hatta hatırladığım kadarıyla ben kovmuştum, ama bir anda coşma geldi, ne oldu, nasıl olduysa, işte kutluyorduk. Askerden gelmiş gibi coşkuluydu ilham, yüz bulunca iyice olmuş, türküden türküye geçiyordu. "Bir dakika, bir dakika." dedim ben, "İlhamcım, ayıp olmazsa sana birşey sormak istiyorum." dedim, "Buyur ağbi." dedi ilham. "Ben o güzelde notayı, senin gibi bet sesli bir ilhamla mı gördüm? Yahu kuzum sen müzikten ne anlarsın?" diye sordum. İlham, gözlüğünü takarak, "Efendim, şimdi şöyle ki, kendin ile ilham, senin bilincaltının yarattığı ve gerek özeleştirisini verip, gerek ise derdini anlattığı karakterler olarak, biz ancak sende olanı sana ve okuyucuya gösteririz. Çünkü, burası adeta bir hayâl perdesi ve biz deriden kesilme figürleriz, bizim canımız sensin." dedi.

"Bir, bana felsefe yapma. İki, uzun metinlerle okuyucuyu yorma. Üçüncüsü de bana laf soktuğunu farketmedim değil. Ayrıca ne bu DVD ropörtajı veren oyuncu tripleri, artiz misin sen?" dedim. İlham gözlerini kıstı, "To be or not to be, that is the question." dedi. Terliği fırlattım, başını eğdi. Terlik uzaklara gitti, çok uzaklara gitti, adeta yoklukta kayboldu.

Kendime döndüm, "Ne oldu, hayırdır, hiç konuşmuyorsun?" diye sordum."Biliyorsun." dedi, "Anlat, okuyucu da öğrensin." dedim, "Onlar da biliyor." dedi kendim, "Eyi o zaman sus heyri, benim canıma minnet." dedim, ilham "Ağbi sen, urumelili değil misin, bu ağızlar ne?" diye sordu. "Em de ta na burama kadar." dedim burnumu tutarak. Birşey demedi.

Sustuk. Bir sessizlik oldu, hepimiz onu düşünüyorduk. Ben, kendim ve ilham bir masada oturmuş, sessizce onu düşünüyorduk. "Fırk." dedim ben, kendimin dudağı titriyordu. İlhama sarıldım, "Çok seviyorum be, yüreğim burkuluyor, anlatamam. Tamam, diyorum, düşünmek yok, yazmak yok, ama onu görünce dayanamıyorum. Görmemeye de dayanamıyorum, zaten görüp göreceğim, kaç ay kaldı burada. Hem de ne kadar denk geliyoruz ki. Bilmiyorum, ne yapacağım, hiç bilmiyorum. Çıldıracağım, göz göre göre ve kimse görmeden çıldıracağım galiba." dedim. İlham, "Dur ağbi, sakin ol. Ona beraberce öyle birşey yazacağız ki, ömrünce unutamayacağı bir takı yazacağız. Suyunu öz harcımızdan verip döveceğiz kelimeleri, sabırla, hasretle ve aşkla, gözlerine yaraşır kelimeler hediye edeceğiz ona. Adı olmayan bir kaldırım taşı olmayacağız, ad verdiğimiz o da bizi hatırlayacak." dedi. İki yanağından öptüm ilhamı, "Söz mü ulan?" dedim, "Söz." dedi. İki gözümden birer damla yaş düştü. Kendime baktım, sessizce ağlıyordu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

On beş.

Bu bloga yazmaya, dile kolay, on beş sene önce bugün başlamışım. Demek ki bu bloga yazarak büyümüşüm. Zaten, kendi güncelerim gibi, öncelikle kendim için yazdım buraya; bu yüzden de okunup okunmadığını umursamadan, zaman zaman büyük aralıklarla da olsa, daima yazdım. Yaşadığım hikâyeler, yazdıklarımdan tuhaf olduğundan; yazdıklarım yaşadıklarıma, yaşadıklarım yazdıklarıma karıştı. Okurlarım on beş yıl boyunca daima az oldu; ama en güzeli, buraya yazdıklarım, daima bu blogun okurları oldular.  Bu bloga yazarken büyüdüm. Pek çok şey umduğum gibi olmadı, pek çok şey öğrendim. Ne yazık ki, bazen kayıplardan öğrendim. Düşe düşe yazdım, düşe kalka yaşadım; düştüğüm yerden daima kalktım. Hayır, tek başıma kalkmadım. Hep, rahmetli babamın, sevgili ailemin, değerli dostlarımın destekleriyle kalktım. Hezârfen inadıyla, daima Üsküdar’a varmayı umdum. Hep tuhaf hikâyelere düştüm. Zaten Hezârfen’in hikâyesi de Çelebi’nin düşü değil miydi? Zamanın azizliği, on beş yıl böylece geçti.

Burada

“ eski bir şarkı belki bir şiir ” İzmir’in ayazında evvelki yazgılardan ismimi sildim seni tanıdım ama hatırlayamadım senlerin içinde seni ayıramadım İzmir’de ısıtmaz güneş yanımda azalırken bir çınarın gölgesi karşımda cumartesinin eksiği karagöz oyunlarının gölgesi çelebinin rüyası hezârfenin düşüşü hacıvatın kibirli sessizliği birinci yalnızlığımdan arda kalan yeni veliahtların masaya düşen gölgesi şairlerin eski ahitleri cümle hataların güncesi benim yarınım benim dünüm yanaklarım bileytaşı temel temelsiz direklararası böyle yıkılmaz (yalnız bu şarkı kırmızıdır çabuk çarpar şimdiden şehla bakıyor gözlerin) İzmir şehrim işim resim yazmaktır Sen miydin belkahveden bir yazıyla indiğim senin yüzünden seninle gözlerin sizli tafsilatını bilmiyorum tanrım bilir taksiratımı ve sakallarımı ben hatıralara inanmıyorum barikatlara ve dağlara da amentüsü inkar olan o kadın sen miydin belma sebil miydi eski birşey maalesef aklımda hergün hakikat şarkısının eksik notası (Dün bir gün seni de gördü...