Ana içeriğe atla

uçurumun kenarından notlar

bu akşam, burada iki ayrı aşırı aşinalığımı tek yazıda yazacağım. sonucu olmayacak bir özeleştiri daha, bu özeleştiri mevzusuna da en sonda döneceğim. mevzu mu sahiden? bilmiyorum.

1. uçurum kenarlarında dolanmam hakkında:

ilk değil. besbelli ki son da olmayacak. yine buradayım. tanıdık bir yabancılık duyuyorum. turgut uyar'ın "korkulu ustalık" tanımı gibi, uçurum kenarları ile olan münasebetime uyuyor bu tanım, çünkü uçurum kenarlarına gidip gelmek, orada bir çocuk aymazlığında, korku ve heyecanla dolaşmak, defalarca yazdığım gibi "şiir yaşama hâli" ve ben de şiir yazmakta olamasam da, şiir yaşamakta "korkulu ustalık" sahibiyim. uçurum kenarları, trenler ve yollar gibi benim evim. soyut bir ev. içinde yaşadığım heryerde, okulda evde, kordonda yürürken ve metro istasyonlarında, mucizevi bir bulut gibi başımın üstünde.

bir daha gelmeyeceğimi düşünmüştüm uçurum kenarına. o yüzden bir parça da tedirginim. babanızın kolunuzdan çekerek istemediğiniz bir yere götürmesi gibi. ama, değil. yalan yazmayayım, burayı seviyorum. üretebiliyorum burada. yaşamak ile fazla zaman harcamıyorum, insanlar zihnimde daha az yer kaplıyorlar ve yazıyorum. yaşamayıp, yazıyorum.

bununla övünmüyorum, "yazmak ile yaşamak" arasında tercih yapmak zorunda kalsam, çok düşünür ve en sonunda yine yazmayı seçerdim, ama bu sadece bir varoluş. varoluşun diğer hallerinden aşağıda veya yukarıda değil. hatta benim özelimde, bunun bir ceza, Sisifos'a benzer bir mahkumiyet kararı olduğu bile söylenebilir. gerçekten, ömrünce bir kayayı tepenin ucuna çıkarmaya da benziyor yaşamım, şiir yaşamak hâlim, bir çember etrafında dönüyormuşum hissiyle geçiyor. sürekli başa dönüyorum. işte, en basit örneği, yazdığım gibi, bir daha gelmeyeceğimi düşündüğüm uçurum kenarında manzarayı izliyorum yine.

2.dostluklarımı bozmam hakkında:

dostluklarımı bozmam. eski, kutu huyum ve korkarım kadim huyum. bunun bir ceza mı, yoksa cezalarıma neden olan günahım mı olduğunu anlamış değilim. bu huyumun, hiçbir yanını anlamıyorum, bilinçaltına dayalı geçmişini, nedenini bulabilmiş değilim. kendimi iyice anlamaya çalışıyorum, ama burası gerçekten karanlık. anlamsız bir karanlık. nasıl becerdiğimi de anlamıyorum. bir anda herşey oluyor bitiyor, bir de bakıyorum daha geçen gün dostum olan insanlar, şimdi "tanıdık bir yabancı". bir ay öncesi, bin yıl öncesi kadar uzak kalıyor birden. adeta ikiye bölünüyorum, kendim insanları kovalıyor, beni yalnızlığa iteliyor, ben sadece şaşkınlıkla bakıyorum. ayıldığımda, olanların farkına vardığımda, iş işten geçmiş oluyor.

"ben ile kendim"i de bu nedenle yazmaya başladım. oldukça zorlu, birçok açıdan açmazlarla dolu, mutsuzlukla dolu, yüreğimin mecazi sıkışmasını hayatımda ilk defa bu kadar hissettiğim, aşk acısını en baştan, alfabeden başlayarak öğrendiğim bu dönemde, zorlu bir güzde, bu dönemi mizah yoluyla ele almam, bana büyük sürpriz oldu. orada  kullandığım, karakterlerle anlatırsam; "ben", "kendim"i şaşırttım. "ben ile kendim" hakkında yayınlamadığım iki yazı da yazdım, çok sevdiğim "neden?" sorusunu bu seri için sorup cevap aradım. o iki yazıdan tek bir yazı çıkarıp paylaşırım belki.

meseleye dönersek, burada özeleştirimi yapabiliyorum. dostluklarımı bozan benim, katlanılması zor olan benim, kimseyi de buna, bana katlanmaya mecbur tutamam. ama, bu defa beraberce yüzün, değirmenlerin ve bilincin arkasında dolaştığımız insanlara söylemiştim. "elbet birgün dayanılmaz olacağım, uçurum kenarı beni çağıracak, beni bırakmayın." diye yolun başında anlatmıştım. ama, uçurum kenarını görünce, oyuncakçıyı gören çocuk kelepçe gibi olmuş annesinin elinden nasıl kaçarsa, öylece kaçtım.

tabii, bu kaçmamın, temel nedeni, aşk ile ilgili. aşmam gereken, ama benim aşmak yerine yazmak ve heykelleştirmek konusundaki istemsiz ısrarımla kronikleşen durum. açmaz yaratıyor, açmazın çıkabileceği tek yer ise, uçurum kenarı.

bu akşam burada keseyim. nasıl olsa daha buradayız gibi, buradan gözlemlerimi yazmaya, kendimi ve sizi buradan izlemeye ve yazmaya devam ederim herhalde.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

10 Mayıs 2024

Bugün, Ramada Kemalpaşa Otelinde, İzmir Büyükşehir Belediyesi başkanı sayın Dr. Cemil Tugay ve Kemalpaşa  Belediyesi başkanı sayın Mehmet Türkmen beyefendiler ile Kemalpaşa sanayisi ve yapılabilecekler üzerine bir toplantıdaydık. Cemil başkan konuşurken, bir anda iki yıl önce o anlarda babamı son defa gördüğümü hatırladım. Sonra, 11 Mayıs 2022 günü saat 02:59'da çaldı telefonum; babam hasta değildi artık, ben de çocuk değildim. Hemen ertesi günü, işyerine uğramak zorunda kaldım. Babamın kredi kartı ödemesi vardı; o olmasa da, kart ödemesi vardı ve ödemek için de buraya gelmeliydim. Buraya yazıyorum, çünkü bu satırları da yine işyerindeki odamda yazıyorum. Kapıdan ilk içeri girdiğimde, her şey çok büyük gözüktü bir anda gözüme. Sanki yeniden altı yaşımda fabrikaya gelmişim gibi, küçülmüştüm. O yalnızlığı öylece duydum, o anda anladım. Yine de "büyümem" lazımdı, hem de bir gün öncesinden, 10 mayıs 2022'den çok daha fazla büyümem lazımdı; çünkü artık "Yılmaz beyin o...

On beş.

Bu bloga yazmaya, dile kolay, on beş sene önce bugün başlamışım. Demek ki bu bloga yazarak büyümüşüm. Zaten, kendi güncelerim gibi, öncelikle kendim için yazdım buraya; bu yüzden de okunup okunmadığını umursamadan, zaman zaman büyük aralıklarla da olsa, daima yazdım. Yaşadığım hikâyeler, yazdıklarımdan tuhaf olduğundan; yazdıklarım yaşadıklarıma, yaşadıklarım yazdıklarıma karıştı. Okurlarım on beş yıl boyunca daima az oldu; ama en güzeli, buraya yazdıklarım, daima bu blogun okurları oldular.  Bu bloga yazarken büyüdüm. Pek çok şey umduğum gibi olmadı, pek çok şey öğrendim. Ne yazık ki, bazen kayıplardan öğrendim. Düşe düşe yazdım, düşe kalka yaşadım; düştüğüm yerden daima kalktım. Hayır, tek başıma kalkmadım. Hep, rahmetli babamın, sevgili ailemin, değerli dostlarımın destekleriyle kalktım. Hezârfen inadıyla, daima Üsküdar’a varmayı umdum. Hep tuhaf hikâyelere düştüm. Zaten Hezârfen’in hikâyesi de Çelebi’nin düşü değil miydi? Zamanın azizliği, on beş yıl böylece geçti.