Ana içeriğe atla

Aralık

Aralık. Yazacağım şeyler şimdi yine bitti. Yarın belki birşey olacak yahut ôyle olmayacak ki yazılması gerekecek, yine yazacağım. Bolca şiir okuyorum bu arada.

Evet, artık yazmakla ilgili bir kaygım yok. Artık şiir sancısı da çekmiyorum. Çünkü, düşyazı dediğim nesir ve nazımla da sınırlandırmadığım "kendi" yazı türümde yazıyorum. Şiire göre özgür, düzyazıya göre imgesel birşeyler yazıyorum. Temmuzdan beridir, bilenlerin hikâyesini de okuyabileceği, bilmeyenlerin ise boşlukları gönlünce doldurabilecekleri şeyler yazıyorum. Yaşıyorum da. İmgelerimle bir arada yaşıyorum, onlarla konuşuyorum, onları görüyorum (görmezden geliyorum) bir şekilde vaktimi imgelerimle geçiriyorum. "Şiir yaşamaktan" çok bahsettim, Attilâ İlhan'da "sisler bulvarı" kitabının notlarında ("meraklısı için notlar") bahsediyor: "ilk şiir kitabım duvar'la ikinci sisler bulvarı'nın arasına yıllar girmiştir. iki nedenden, birincisi 1945/1955 arasının yaşantımın en hareketli dönemini oluşturmasıdır bunların, öyle durduğum yerde duramıyor, istanbul/paris/izmir arasında öyle zigzaglı bir mekik hayatı sürüyordum ki, şiiri yaşamaktan yayınlamaya vakit kalmıyordu. (...)" diyor şair.

İşte ben de temmuzdan beri ben dahil altı kişinin istemli/istemsiz ve hatta kendilerinin dahi habersiz hikâyeleriyle beraber hayatımın önemli bir zamanını yaşıyorum. birçok şeyi ve sonucu da Atillâ İlhan'dan farklı, onun cümlelerini tekrar ederek yazayım yine de: "temmuzdan beridir şimdiye kadar olan yaşantımın en hareketli dönemlerinden biriydi, öyle hiçbiryere gidemiyor, bir tek şehirde ve az mekanda, ben/kendim/Re arasında (arafta) öyle gelgitli bir mekik hayatı sürüyordum ki, şiiri yaşıyordum, en güzel imgem başta olmak üzere tüm herkesi ve herşeyi tek tek yazıyordum. pek âlâ da az kimsenin okuduğu blogumda da olsa yayınladım."

Öyle. Aynen öyle. İşte "şiir yaşamak" hâlinin en şiddetlisinin tüm yansımasını yazmaya çalıştım temmuzdan beri. Yaşadıklarım ve yaşayamadıklarım. Yaşayamadıklarım da en az yaşadıklarım kadar yordu. Yaşamaya yaklaştığımı sanmak, tam da bir çiçek koklamaya (yani koklamaya çalışmaya) hazırlanırken, bir deprem olarak tüm ruhumu sarstı, umuda çektiğim seti yıktı, umudu tekrar damarlarımda dolaşırken duydum. Sonra, pek tabii ve pek hâzin (benim açımdan) umudum yeniden boşa çıktı ve zehirlenmiş hâlde öylece kalakaldım. Gölgesiz bir dostu saymazsak yalnız başıma, zangır zangır titreyerek bu depremi atlatmaya, umudun körelttiği gözlerimi yeniden açmaya çalıştım.

Dostsuzluk mevzusunu yazmıştım. Temmuz sonrasında ruhun arkalarında dolaştığım ve o zaman tanıdığım bir dostu ve yıllardır tandığım bir dosttan kaçışımı kendimi eleştirerek yazmıştım. Ama, yıllardır tanıdığım dediğim kişinin sahiden yıllardır tanıdığım kişi mi olduğunu da bilemeyeceğim, çünkü değişim sürekli olduğundan, hele de böyle büyük hayat kırılmalarından sonra insanlar değişebiliyor. Al işte başka bir soru, hem de bu yazıyla alakasız. (Bu yazı ne hakkında?)

Her neyse. Kasım ayını da böylece öldürdük. Kasımertesi de denilebilecek, Aralık ayındayız işte. Arada kalmışlığını adında yaşayan bir ay, arafta kalmaya aşina ruhuma yakışan bir ay, ay sonunda bir yılı öldüreceğiz. Ben bu ay, facebook sayfasına da koyduğum "Mukadderat" öyküsünün yeni bir düzenlemesini de yazarak, bir tanesini ise geçen ay üstünkörü yazdığım, üç tanesinin de taslağı hazır olan birkaç öykülük bir seri hazırlamak istiyorum. Öyküler ölüm üzerine. Aslında tam olarak öyle de değil, ölümün çevresinde dolanan öyküler, benim yazabildiğim şekilde. Tamamlamak istiyorum onları. "Düşyazı"ları da aklımıza düştükçe, yeni şeyler yaşandıkça ve yaşanamadıkça yazacağız.

Öyle ise, bu yazı, temmuz sonunda yazıp, adını "Temmuz" koyduğum yazının zıttı olsun, aralık başında "Aralık" yazısı. Herkese, her birinize güzel bir ay dilerim.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Burada

“ eski bir şarkı belki bir şiir ” İzmir’in ayazında evvelki yazgılardan ismimi sildim seni tanıdım ama hatırlayamadım senlerin içinde seni ayıramadım İzmir’de ısıtmaz güneş yanımda azalırken bir çınarın gölgesi karşımda cumartesinin eksiği karagöz oyunlarının gölgesi çelebinin rüyası hezârfenin düşüşü hacıvatın kibirli sessizliği birinci yalnızlığımdan arda kalan yeni veliahtların masaya düşen gölgesi şairlerin eski ahitleri cümle hataların güncesi benim yarınım benim dünüm yanaklarım bileytaşı temel temelsiz direklararası böyle yıkılmaz (yalnız bu şarkı kırmızıdır çabuk çarpar şimdiden şehla bakıyor gözlerin) İzmir şehrim işim resim yazmaktır Sen miydin belkahveden bir yazıyla indiğim senin yüzünden seninle gözlerin sizli tafsilatını bilmiyorum tanrım bilir taksiratımı ve sakallarımı ben hatıralara inanmıyorum barikatlara ve dağlara da amentüsü inkar olan o kadın sen miydin belma sebil miydi eski birşey maalesef aklımda hergün hakikat şarkısının eksik notası (Dün bir gün seni de gördü...

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

Şemsiyeci üçlemesinin hikâyesi.

Havada, Paris'te ve İzmir'de üç şiir yazdım ve bunları yayınladım. Şiir yazdım demek de lafın gelişi, şiir karaladım; pek tabii ki, eksik şiirler bunlar. Olmamış, ham! Çünkü evvela, aceleyle yazdım ve öylece yayınladım. Neredeyse çalakalem. Böyle şiir mi olur? Olmaz olsun.  Kendimi zaten, " yarım kalan öykülerin yazarı,  olmamış şiirlerin şairi  ve makina imalatçısı " olarak tanımlıyorum. Yazdığım ve yaşadığım bir çok öykü yarım kaldı hayatımda, şiirlerim daima olmamış ve olmasını da pek umursamıyorum açıkçası ve en nihayetinde makine imalatçısı bir sanayiciyim. Bu yüzden şemsiyeci şiirleri diyorum bunlara. Hikâye meşhur; bir şemsiye tamircisi, yazmış olduğu şiirleri incelemesi için Shakespeare’e gönderdiğinde, ünlü yazarın cevabı şu olur: “Dostum siz şemsiye yapın, hep şemsiye yapın, sadece şemsiye yapın.” Ben de bu defa bir sanayici olarak şiir yazmaya giriştim ve o hevesli şemsiyeciden çok da farklı görmüyorum kendimi. Hem Aziz Nesin'in dehşetli isabetin...