Ana içeriğe atla

Ağustos boşluğunda bir akşam.

Akşam yaklaşıyor. İnsan bir başınayken ne kadar yakışıyor akşama. Günlerim akşamı beklemekle geliyor, ben bu yalnızlıktan çok şey öğrendim. Burada, çocukluğumu yitirip geldiğim bu şehirde, eski bir başkentte -eski başkentleri seviyorum, şehirsizim çünkü, iki eski başkent arasında bunun için dolaştım, yitirilmiş başkentlerde kendimi aradım- ağustosu yaşıyorum.

Ağustos ne kadar arafta bir ay, ağustos boşlukta sallanan bir ses. "Sen neden hiç konuşmuyorsun?" dediğinde ekimdi, gizlice titriyordum. Aklımda kalan tüm kelimeleri boşluğa söylüyorum şimdi. "O konuşmayı pek sevmiyor" diyor bir kimse, titrediğimi biliyor. Böylece doğru bir yalan daha olamaz. Yazmaya alıştım ben, konuşmayı sevmiyor değilsem de, beceremiyorum yazmak kadar. Sesim, yazım kadar güzel değil, yine de şiir okuduğum da oldu. "Yanlış anlamıyorsun değil mi?" dedim, böylece güzel bir yalan söyledim. O zamanlar ben çocuktum, güzeldim. Güzel olanın yanında ben de güzeldim. Güzelin gölgesinde serin bir kediydim. Kedilerden korkuyor, öyleyse, "nedenini biliyorsun" diyor, öyleyse, haziranda bir akşam. Ama, haziran dediğin aralığın yarısı, hem de ne yağmur yağmıştı, bir saata daimayı sığdırmıştı. Sonra, sırtını döndü gitti. Bir körlük büyüdü. Bir çocuk büyüdü. Gözlerine bakmadım. Son bir defa daha gözlerine bakmadım, gözlerimin karanlığını saklamak için. Oysa, insanın gözündeki buğuyu, bin yağmura yeğlerim. İnsanın gözünün buğusu, en güzel iklim.

Güzel iklime ulaşıyorum, güzel zaman geliyor. Akşam oluyor. Bir fotoğrafa bakıyorum. Karanlık yüzünden yitmiş , sadece aklımda kalan bir fotoğraf, zihnimde gerçeğinden bile güzel duruyor. 

"Sen zamanüstü bir insansın" diyor bir akşam, konuşmayı sevmediği sanılan bir güzel çocuk. Akşam iniyor, karanlık dağılıyor, her sokak yeniden çiziliyor.

Sokak lambaları uyanıyor.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Burada

“ eski bir şarkı belki bir şiir ” İzmir’in ayazında evvelki yazgılardan ismimi sildim seni tanıdım ama hatırlayamadım senlerin içinde seni ayıramadım İzmir’de ısıtmaz güneş yanımda azalırken bir çınarın gölgesi karşımda cumartesinin eksiği karagöz oyunlarının gölgesi çelebinin rüyası hezârfenin düşüşü hacıvatın kibirli sessizliği birinci yalnızlığımdan arda kalan yeni veliahtların masaya düşen gölgesi şairlerin eski ahitleri cümle hataların güncesi benim yarınım benim dünüm yanaklarım bileytaşı temel temelsiz direklararası böyle yıkılmaz (yalnız bu şarkı kırmızıdır çabuk çarpar şimdiden şehla bakıyor gözlerin) İzmir şehrim işim resim yazmaktır Sen miydin belkahveden bir yazıyla indiğim senin yüzünden seninle gözlerin sizli tafsilatını bilmiyorum tanrım bilir taksiratımı ve sakallarımı ben hatıralara inanmıyorum barikatlara ve dağlara da amentüsü inkar olan o kadın sen miydin belma sebil miydi eski birşey maalesef aklımda hergün hakikat şarkısının eksik notası (Dün bir gün seni de gördü...

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

On beş.

Bu bloga yazmaya, dile kolay, on beş sene önce bugün başlamışım. Demek ki bu bloga yazarak büyümüşüm. Zaten, kendi güncelerim gibi, öncelikle kendim için yazdım buraya; bu yüzden de okunup okunmadığını umursamadan, zaman zaman büyük aralıklarla da olsa, daima yazdım. Yaşadığım hikâyeler, yazdıklarımdan tuhaf olduğundan; yazdıklarım yaşadıklarıma, yaşadıklarım yazdıklarıma karıştı. Okurlarım on beş yıl boyunca daima az oldu; ama en güzeli, buraya yazdıklarım, daima bu blogun okurları oldular.  Bu bloga yazarken büyüdüm. Pek çok şey umduğum gibi olmadı, pek çok şey öğrendim. Ne yazık ki, bazen kayıplardan öğrendim. Düşe düşe yazdım, düşe kalka yaşadım; düştüğüm yerden daima kalktım. Hayır, tek başıma kalkmadım. Hep, rahmetli babamın, sevgili ailemin, değerli dostlarımın destekleriyle kalktım. Hezârfen inadıyla, daima Üsküdar’a varmayı umdum. Hep tuhaf hikâyelere düştüm. Zaten Hezârfen’in hikâyesi de Çelebi’nin düşü değil miydi? Zamanın azizliği, on beş yıl böylece geçti.