Denizi görünce söyledim, yeni gelmişiz. Nereye, işaretsiz önemsiz artık bu sorular. Böyle sorular, hemen hemen tüm sorular. Sorular işaretsiz. Yeniden. Yeri gelmişken yazmalıyım, gemi gördüm denizin üzerinde. Olması gerektiği üzere. Herşey sıradandı, yük taşıyordu, sorulacak soru yoktu. Sonraydı aklıma düştü, gelmişiz. Anladım eski bildiklerimden, deniz gözümün önünden gidince. Görüyorum, bir çocuk öldüyor yaprağı, oysa yaprak kuru. Kahverengiye dönmüş bile rengi. Bilincimin rengi ne, soru değil. Gri değil, ilk akla gelen birşey değil, kahverengi de değil. Sakal karanlığı renginde olabilir, benim sakallarım ancak bir karanlıktır. Bir uğultu çenemin altında. Başımda bir uğultu, bilincimin bir iki harf yitirmesini şaşırmadan izliyorum.
Quid rides? Mutato nomine, de te fabula narratur. Quintus Horatius Flaccus “Güya buraya bir daha asla gelmeyecektim.” Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesinde, bir Amerikan kahvecisinin tuvaletinin kapısında görmüştüm bu cümleyi. Hiç unutamadım. Çünkü o zamanlar bir hikâye üzerinde düşünüyordum, nereden başlamalıyım, nasıl yazmalıyım diye kendime soruyordum. Yıllarca çabaladım, aslında yıllarca kaçtım yazmaktan. Çünkü kalemi elime her aldığımda, kendimi bir daha gelemeyeceğim kadar güzel zamanlarda buluyordum ve bu yüzden de hatırlamamak için “bir daha gelmeyeceğim” deyip yazmaktan kaçıyordum. Boşuna kaçıyordum aslında, bir daha gelmeyecek olsa da yaşanmış olması bile hayatımın geri kalanını değiştiren, güzelleştiren bir hikâye yaşadım. Bir hikâyenin ilk cümlesi önemlidir. Okuru okumaya ikna etmeye ilk cümlede başlamalıdır yazar. İlk cümle, çarpıcı olmalı, etkileyici olmalı; akılda kalmalıdır. Bu hikâyenin başı benim için çarpıcıydı, tam anlamıyla, olması gerektiği gibi.
Yorumlar
Yorum Gönderme