Ana içeriğe atla

Ekim bir.

On iki adında bir sayı belki de bir alışkanlık yazıyorum, belki değil. Cehennem yazıyorum bir defa da. Bir ekim yazıyorum kağıda, ekimin biri olarak, ekimin bir gününü geçen sene yazıyordum. Cennet yazıyorum, bir merdivenle çıkılıyordu, şimdi üzerime yağıyor. Cennet yazıyorum yedi katlı, çünkü güz geldi. Ekimin biri güzel bir takvim oyunu yapıyor, bıçak gibi kesiyor yazı, bıçağın üzerinde gözlerimi görüyorum, hem bulutlu hem parlıyor. Bir kadınla bir adam görüyorum dündü gülüyorum, ama soramıyorum. Soramıyorum görüyor musunuz diye çünkü konuşmasını bilmem ben yarın. Dinlemesini severim ben yarın. Zaman geçmiyor yazıyorum, cennet ve cehennem yazıyorum. Bir haber bekliyordum bugündü, ekimin bir günü değil bir ekim günüydü yine, kılıç gibi bir gündü yazıyorum.

Zaman nedir? Zaten zaman nedir? Bunu bile öğrenemeden büyüyorum, ben eskiden çocuktum. Ben eski bir çocuğum şimdi çoğunuz gibi, çoğumuz kadar azım, iyilikler kadar ve güzellikler kadar azım. Ben büyüdüm, ruhum küçüldü. İlk yemeğini yemeye korkan bir kimse kaldım geriye. Her sabah yeniden bir nokta vuruyor mideme, sanki bir karınca hem değil. Karınca değil, bir grinin hâddi midemden geçiyor. Zaten böyle olması gerekiyor diye şaşırmıyorum.

Kutsal bir su yazıyorum, şaşırmıyorum. Kutsal bir su yağıyor, saygılı bir çukur doluyor. O kavis nereye doğacak, Taha görecek. Ben görürsem şaşıracağım. Ben bir beton içindeyim çünkü, kutsal suyun rahmetinden korunan tedirgin insanlarız biz çünkü. Eski bir ben duvara müze yazıyorum küçük harflerle bir zamanlar. Her müze adını bilmelidir yazıyorum kağıda, içinde eski zamanların boşluğu olan bir müze. Ben görüyorum, ancak ben görüyorum eserleri, bir tablo görüyorum boşlukta bana bakıyor.

Zihnim beni yanıltıyor. Zaten zaman nedir?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Burada

“ eski bir şarkı belki bir şiir ” İzmir’in ayazında evvelki yazgılardan ismimi sildim seni tanıdım ama hatırlayamadım senlerin içinde seni ayıramadım İzmir’de ısıtmaz güneş yanımda azalırken bir çınarın gölgesi karşımda cumartesinin eksiği karagöz oyunlarının gölgesi çelebinin rüyası hezârfenin düşüşü hacıvatın kibirli sessizliği birinci yalnızlığımdan arda kalan yeni veliahtların masaya düşen gölgesi şairlerin eski ahitleri cümle hataların güncesi benim yarınım benim dünüm yanaklarım bileytaşı temel temelsiz direklararası böyle yıkılmaz (yalnız bu şarkı kırmızıdır çabuk çarpar şimdiden şehla bakıyor gözlerin) İzmir şehrim işim resim yazmaktır Sen miydin belkahveden bir yazıyla indiğim senin yüzünden seninle gözlerin sizli tafsilatını bilmiyorum tanrım bilir taksiratımı ve sakallarımı ben hatıralara inanmıyorum barikatlara ve dağlara da amentüsü inkar olan o kadın sen miydin belma sebil miydi eski birşey maalesef aklımda hergün hakikat şarkısının eksik notası (Dün bir gün seni de gördü...

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

On beş.

Bu bloga yazmaya, dile kolay, on beş sene önce bugün başlamışım. Demek ki bu bloga yazarak büyümüşüm. Zaten, kendi güncelerim gibi, öncelikle kendim için yazdım buraya; bu yüzden de okunup okunmadığını umursamadan, zaman zaman büyük aralıklarla da olsa, daima yazdım. Yaşadığım hikâyeler, yazdıklarımdan tuhaf olduğundan; yazdıklarım yaşadıklarıma, yaşadıklarım yazdıklarıma karıştı. Okurlarım on beş yıl boyunca daima az oldu; ama en güzeli, buraya yazdıklarım, daima bu blogun okurları oldular.  Bu bloga yazarken büyüdüm. Pek çok şey umduğum gibi olmadı, pek çok şey öğrendim. Ne yazık ki, bazen kayıplardan öğrendim. Düşe düşe yazdım, düşe kalka yaşadım; düştüğüm yerden daima kalktım. Hayır, tek başıma kalkmadım. Hep, rahmetli babamın, sevgili ailemin, değerli dostlarımın destekleriyle kalktım. Hezârfen inadıyla, daima Üsküdar’a varmayı umdum. Hep tuhaf hikâyelere düştüm. Zaten Hezârfen’in hikâyesi de Çelebi’nin düşü değil miydi? Zamanın azizliği, on beş yıl böylece geçti.