Ana içeriğe atla

Ekim dokuz.

Geçen bahar yazdığım notları, düzensiz, ama tarihli bir günceyi okuyorum. Heryerinde Re var pek tabii. Bir kaybetme, yitirme güncesi. Bu hâliyle de bir hayli umutsuz, yer yer depresif. 28 mayıs akşamı yazdığım birşeyi paylaşmak istiyorum. Birkaç gündür yazdığım şey aslında.

"Dünyayı yadsımak için, kendi deliliğim olarak, daima sevmeliyim galiba ben. Binalar gri, sokaklar delik deşik, dünya karanlık geliyor aşkla bakmayınca. Aşk bilinci çatlatınca, binalar içinde çiçekler açıyor, sokaklar aydınlanıyor, dünya maveriyor. Nikbin bir gülümsemeyle yaklaşıyorum herşeye. Yeldeğirmenlerine de!"

Bilmiyorum daha önce yazdım mı bu pasajı. Buna yakın şeyler ise yazdım daima. Ama, benim hayata yaklaşımım, yeldeğirmenlerine direnişim budur.

Re'yi bu duruşla sevdim, başka birini daha seversem birgün yine böyle seveceğim. Hem su, hem şehir olacak bana.

Bugünlük bu kadar yazayım. Bir de çarşamba günleri, iki haftadır başka birşey daha yazıyorum blogda (düzşiir yahut düşyazı) onları salı akşamları işletme derslerini beklerken bir kalabalık uğultusunda yazıyorum.

Ekim süregeliyor.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

On beş.

Bu bloga yazmaya, dile kolay, on beş sene önce bugün başlamışım. Demek ki bu bloga yazarak büyümüşüm. Zaten, kendi güncelerim gibi, öncelikle kendim için yazdım buraya; bu yüzden de okunup okunmadığını umursamadan, zaman zaman büyük aralıklarla da olsa, daima yazdım. Yaşadığım hikâyeler, yazdıklarımdan tuhaf olduğundan; yazdıklarım yaşadıklarıma, yaşadıklarım yazdıklarıma karıştı. Okurlarım on beş yıl boyunca daima az oldu; ama en güzeli, buraya yazdıklarım, daima bu blogun okurları oldular.  Bu bloga yazarken büyüdüm. Pek çok şey umduğum gibi olmadı, pek çok şey öğrendim. Ne yazık ki, bazen kayıplardan öğrendim. Düşe düşe yazdım, düşe kalka yaşadım; düştüğüm yerden daima kalktım. Hayır, tek başıma kalkmadım. Hep, rahmetli babamın, sevgili ailemin, değerli dostlarımın destekleriyle kalktım. Hezârfen inadıyla, daima Üsküdar’a varmayı umdum. Hep tuhaf hikâyelere düştüm. Zaten Hezârfen’in hikâyesi de Çelebi’nin düşü değil miydi? Zamanın azizliği, on beş yıl böylece geçti.

Burada

“ eski bir şarkı belki bir şiir ” İzmir’in ayazında evvelki yazgılardan ismimi sildim seni tanıdım ama hatırlayamadım senlerin içinde seni ayıramadım İzmir’de ısıtmaz güneş yanımda azalırken bir çınarın gölgesi karşımda cumartesinin eksiği karagöz oyunlarının gölgesi çelebinin rüyası hezârfenin düşüşü hacıvatın kibirli sessizliği birinci yalnızlığımdan arda kalan yeni veliahtların masaya düşen gölgesi şairlerin eski ahitleri cümle hataların güncesi benim yarınım benim dünüm yanaklarım bileytaşı temel temelsiz direklararası böyle yıkılmaz (yalnız bu şarkı kırmızıdır çabuk çarpar şimdiden şehla bakıyor gözlerin) İzmir şehrim işim resim yazmaktır Sen miydin belkahveden bir yazıyla indiğim senin yüzünden seninle gözlerin sizli tafsilatını bilmiyorum tanrım bilir taksiratımı ve sakallarımı ben hatıralara inanmıyorum barikatlara ve dağlara da amentüsü inkar olan o kadın sen miydin belma sebil miydi eski birşey maalesef aklımda hergün hakikat şarkısının eksik notası (Dün bir gün seni de gördü...