Ana içeriğe atla

Ekim onbir.

Fakültede D bloktaki küçük kafeteryada, kendi ismiyle yazacaksak eğer Beyaz Kafe'de bir televizyon var. Tüplü, sanırım 55 ekran, ne zamandır, yıllardır kapalı. Duruyor orada. Geçen gün bakınca televizyona düşündüm, ben bir zamanlar o televizyonda haberleri izlemiştim. Sanırım Nuh Nebî'den beridir bu fakültedeyim, bir iki defa tufan gördüğüm de oldu. Kimleri gördüm, kimler geçti yanımdan. Her geçen bir kelime bıraktı, tanımadığım kimseler bile. Zaten ben bu fakültede en çok insanlara baktım. Bazan yanıma geldiler, zamanı gelince gittiler (zaten zaman nedir?) ben izledim. Hazırlıkta duyduğum Ses, Maçka'da yaşamayan bir "n.", benim kemiklerimi kökünden ağrıtan öteki, kaf dağının ardında yaşayan kız ve bir nota olarak Re. İzledim, yazdım. Yazdım resimlerini, kimisini tanımadan, kimisini sevmeden adını bile bilmediğim onca kimseyi yazdım. Her insan bir kelime veriyor bence insana, ilk yazdığın yazıda ortaya çıkıyor. Kimi zaman anlamıyorsun bile böyle olduğunu. Belki de böyle değildir, edebiyat teorisi yazmıyorum burada. Birşey daha yazmadım, bir çiçeği yazmadım bu yazıda. Buraya dek.

O televizyonu gördükten sonra bir kağıda yazmaya başlamıştım başta yazdığıma benzer şeyleri. İkinci satırda kalem bitti. Belki de bunu böyle lüzumsuz bir yazıyı yazmamak için işaret olarak okumam gerekiyordu belki de. Yazmam gereken öykülerin taslakları bir dosyada beklerken, ben bir televizyonu yazıyorum. Acaba hiç yazabilecek miyim o öyküleri? Yoksa sahiden böyle bir yeteneğim kalmadı mı? Zaman geçtikçe insan şüphe ediyor. Korkuyor. Ben daima yazacağım, ama ne yazacağım, yazdıklarım okunacak mı bilimiyorum. Zaman gösterecek.

Bugün hava baya ısındı, bir tişörtle dolaşılacak hale geldi yeniden. Sahiden ilginç bir ekim. Tuhaf bir hava. Öylece güzel.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

10 Mayıs 2024

Bugün, Ramada Kemalpaşa Otelinde, İzmir Büyükşehir Belediyesi başkanı sayın Dr. Cemil Tugay ve Kemalpaşa  Belediyesi başkanı sayın Mehmet Türkmen beyefendiler ile Kemalpaşa sanayisi ve yapılabilecekler üzerine bir toplantıdaydık. Cemil başkan konuşurken, bir anda iki yıl önce o anlarda babamı son defa gördüğümü hatırladım. Sonra, 11 Mayıs 2022 günü saat 02:59'da çaldı telefonum; babam hasta değildi artık, ben de çocuk değildim. Hemen ertesi günü, işyerine uğramak zorunda kaldım. Babamın kredi kartı ödemesi vardı; o olmasa da, kart ödemesi vardı ve ödemek için de buraya gelmeliydim. Buraya yazıyorum, çünkü bu satırları da yine işyerindeki odamda yazıyorum. Kapıdan ilk içeri girdiğimde, her şey çok büyük gözüktü bir anda gözüme. Sanki yeniden altı yaşımda fabrikaya gelmişim gibi, küçülmüştüm. O yalnızlığı öylece duydum, o anda anladım. Yine de "büyümem" lazımdı, hem de bir gün öncesinden, 10 mayıs 2022'den çok daha fazla büyümem lazımdı; çünkü artık "Yılmaz beyin o...

On beş.

Bu bloga yazmaya, dile kolay, on beş sene önce bugün başlamışım. Demek ki bu bloga yazarak büyümüşüm. Zaten, kendi güncelerim gibi, öncelikle kendim için yazdım buraya; bu yüzden de okunup okunmadığını umursamadan, zaman zaman büyük aralıklarla da olsa, daima yazdım. Yaşadığım hikâyeler, yazdıklarımdan tuhaf olduğundan; yazdıklarım yaşadıklarıma, yaşadıklarım yazdıklarıma karıştı. Okurlarım on beş yıl boyunca daima az oldu; ama en güzeli, buraya yazdıklarım, daima bu blogun okurları oldular.  Bu bloga yazarken büyüdüm. Pek çok şey umduğum gibi olmadı, pek çok şey öğrendim. Ne yazık ki, bazen kayıplardan öğrendim. Düşe düşe yazdım, düşe kalka yaşadım; düştüğüm yerden daima kalktım. Hayır, tek başıma kalkmadım. Hep, rahmetli babamın, sevgili ailemin, değerli dostlarımın destekleriyle kalktım. Hezârfen inadıyla, daima Üsküdar’a varmayı umdum. Hep tuhaf hikâyelere düştüm. Zaten Hezârfen’in hikâyesi de Çelebi’nin düşü değil miydi? Zamanın azizliği, on beş yıl böylece geçti.