Ana içeriğe atla

Ekim yedi.

Hava açıldı, biraz da ısındı. Bir haftanın sonu geçti, bir haftanın başı geldi. Kendi kuyruğunu ısıran bir yılan gibi geçiyor zaman. Günler ve akşamlar aleyhimize işliyor. Su gibi kayıp gidiyor, derlerdi zamana, ne demek yeni anlıyorum. Yaşayarak, yaşlanarak, zaman dediğimiz algı yanılgısının neye benzediğini sanki karanlıkta el yordamıyla kavrıyorum.

Belki de yanılıyorum. Zamana karşı yanılıyoruz çünkü, bir de zaman dediğimiz bizim yanılgımız. Bizim güzel yanılgımız.

Zamanı yenmeye çalışıyoruz, böyle şehvetli bir ikinci yanılgı var mıdır? Yenilmeye mecburuz. Göğü delen binalar yapıyoruz zamanın karşısında kaleler olarak. Yenileceğiz. İyi ki yenileceğiz. Camdan binalar yenilmeli.

Bir de bankalar. İnsanlar akılsız olmasa ilk yangında bankalar yanar. Paranın zaman değerini biliyorlar, zamanın ne olduğunu bilmiyorlar. İlk olarak bankalar yenilmeli, gömlekler kolasız giyilmeli. Ne yazık, halklarımız ve biz, sermayenin boyunbağlarıyla sıktığı akılsız kimseleriz.

Yanılgıdan söz edince, bir çiçeği yazmamak olmaz. Yalan yazmıştım, duygumun ne olduğunu bilmiyorum yazmıştım, biliyorum pekâlâ, ama yazamam. (Doğru okuduğumuz zaman, yazdım sayılır aslında, zaten zaman nedir?)

Kör bir duygu, karanlık. Aydınlığını içinde saklayan bir karanlık. Ama, bana sadece hüzün veriyor. Onun için uzaktan baktım sadece birkaç gün önce. 

Bir notadan sonra duvarlar kaldı sadece. Âh, çiçekler kör kalsın.

Bir rüya geldi aklıma, bu gece gördüm galiba. Buradaydım, yani Re'nin yokluğunda, yanımda biri vardı kimdi bilmiyorum. Duvarları gösteriyordum, "boş duvarlar kaldı sadece geriye" diyordum, duvarlara vuruyordum avucumun içiyle.

Duvarlar. Dikkatle baksam duvarlara bir yanılgı göreceğim. Doğru kelimeyi göreceğim belki de, ne olduğunu bilmiyorum, görürsem ağlayacağım.

Gözlerim yanıyor. Gözlerimden başka birşey yakamıyorum, belki bir gün gözlerim bankaları yakar.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin

Tekerleme.

Bir sabaha uyanamayan on binler hakkında yazıyorduk dünlerden bir gün, dün değilse evvelsi gün, her şey ne çabuk ölüyor burada. Oysa ölüm eskimez. Her şey ne çabuk eskiyor burada, oysa ölüm. Her şey olacağına varıyor. Bir yargıya vardık, yargı eskidi. Varlığımız da eskidi. Eksildik. Oysa ölüm eksilmez. Sonra askıya aldılar bildiğimiz sayıları. Yerine yeni sayılar verecekler sandık. Yeni bir yasayla, yeni yasaklar arasında bir ip gibi gerildik. İp üstünde bir canbaz, bazı yasaklar üzerine bir söylev söyledi. Siyahın aslında siyah olmadığını, sadece beyaz olmayan bir renk olduğunu iddia etti. Bizim memlekette siyaha siyah denir demeliydi Can Yücel, ne yazık ki ölmüştü. Siyaha yakın bir renk, diyebiliyordu ancak yaşayan bazı şairler çekinerek. Diğerleri ölmüştü. Oysa ölüm, doğumun bir sonucuydu sadece. Sürünmekten korkuyordu insan. Elsiz ayaksız bir yeşil yılan değildik ki biz. Yalan olmasın. Sürünmekten, sürülmekten ve yüzümüzü demirlere sürümekten de korkuyorduk. Biz. Hep bir hallı, Tur

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi