Biz lunaparka yukarıdan bakan çocuklardık, iyi çocuklardık hepimiz üçümüz, en kötüleri bendim. Biz değildik belki, bilmiyorum, her birimiz onca farklıydık, bir daha da görüşmedik, ama en kötüleri bendim. Öyle değil, diyemezsiniz, bilmiyorsunuz. Bildiğimi sanırken ben de yanılıyorum belki, çünkü çocuklardık, sevmeyi öğreniyorduk. Yazmayı. Yazmayı da. Ellerimizde turuncular morlar vardı, kırmızı da vardı yine de yazmıyorum. Koyu kırmızı vardı, yine de unutmuşum. Morları hatırlıyorum, turuncuları da. Kediler. Bir de kapılar. Dansetmedim, çünkü lunaparka yukarıdan bakıyorduk, hepimiz neredeysek orası bir park, nereye bakıyorsak orada bir tahterevalli vardı. Duruyorduk üstelik, öylece bakıyorduk, bir salıncak da hızla sallanır gibi. Sevilmemeyi öğreniyordum, sevmediği bir çocuğun yazdıklarını okumayı öğreniyordu, gülmeyi öğreniyorduk. Böylece tuhaf, yine de gülüyorduk. Ağlamayı bilmiyordum, onun için en kötüleri bendim.
Quid rides? Mutato nomine, de te fabula narratur. Quintus Horatius Flaccus “Güya buraya bir daha asla gelmeyecektim.” Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesinde, bir Amerikan kahvecisinin tuvaletinin kapısında görmüştüm bu cümleyi. Hiç unutamadım. Çünkü o zamanlar bir hikâye üzerinde düşünüyordum, nereden başlamalıyım, nasıl yazmalıyım diye kendime soruyordum. Yıllarca çabaladım, aslında yıllarca kaçtım yazmaktan. Çünkü kalemi elime her aldığımda, kendimi bir daha gelemeyeceğim kadar güzel zamanlarda buluyordum ve bu yüzden de hatırlamamak için “bir daha gelmeyeceğim” deyip yazmaktan kaçıyordum. Boşuna kaçıyordum aslında, bir daha gelmeyecek olsa da yaşanmış olması bile hayatımın geri kalanını değiştiren, güzelleştiren bir hikâye yaşadım. Bir hikâyenin ilk cümlesi önemlidir. Okuru okumaya ikna etmeye ilk cümlede başlamalıdır yazar. İlk cümle, çarpıcı olmalı, etkileyici olmalı; akılda kalmalıdır. Bu hikâyenin başı benim için çarpıcıydı, tam anlamıyla, olması gerektiği gibi.
Yorumlar
Yorum Gönderme