Ana içeriğe atla

Aralık ondört.

Görünen o ki, onaltı aralık ikibinonüç'te İzmir ili dahilinde bir damla dahi yağmur beklenmiyor, hava durumu tahminlerine göre. İkibinonda, onbirde, onikide yağdı yağmur, hep yağacak sandım.

İkibinonbirin onaltı aralığının akşamında, yine deli bir yağmur yağıyordu. Re'yi görmezden geliyordum. Yok, Re'yi değil. Bu durumu anlatabilmem için Re'nin kendi ismine ihtiyacım var. Yazamayacağıma göre, Re'nin gerçek ismi Leylâ olsun  hem Lili'yi de çağırıyor usa, hem de gerçek ismine benzemiyor. İşte o akşam, Leylâ'yı görmüyordum ben. Re'yi benden başka, Leylâ dahi aynaya baksa göremez.

Leylâ, hem Lili, hem Rosa, hem de Köşe şiirindeki Leylâ, güftekâr Vecdi Bingöl'ün gönlündeki Leylâ, iki gözümün içinde de parlayan ve bulutlanan Leylâ. Sezai Karakoç'tan çok fazla alıntı yapıyorum. Öyleyse bugün Karakoç'un bütün şiirlerinin olduğu "Gün Doğmadan"ı aldığım yaz akşamüstünü yazayım.

Arkadaşlarla Alsancak'ta bir araya gelip, iki de kelime etmek üzere sözleşmiştik. O yaz konuşuyordum ben ve yazıyordum da. En üretken yazımdır belki de ve en uzun yazdır bana sanırım şimdiye kadar yaşadıklarımdan. Yazıyordum, "Arkası" yazılarını yazdığım yazdır. Neyse, o gün bir kaç saat önceden oraya gittim. Re'nin Alsancak'ta olduğunu biliyordum, karşılaşmak istiyordum. Ama karşıdan geldiğinde öylece şaşırmıştım. Çünkü, karşılaşmak istediğinizde, en azından ben istediğimde, hemen karşımda belirmez öylece istediğim kişi. Üstelik, yalnız da değildi. Sevdiği adamla beraber geliyorlardı. Çocuğun elinde hediyeler, ikisinin de yüzünde kuşlar vardı. Öylece mutluydular. Nedenini öğrenince, ben de mutlu oldum. Re'nin doğumgünüydü. Kutladım. Sevindim, mutluluklarına dahi sevindim. Yanımdan ayrıldıklarında bir an hayal gördüğümü dahi düşündüm. Ama, değildi. Sonra hediye alamayacağımı bile bile tezgahlara baktım, kolyelere vesaire baktım. Sonra bir kitapçıya girdim. Kitabı aldım, tarihi yazdım ve ekledim: "Re'nin doğumgünü olduğunu öğrendikten sonra." Ağustostu.

Geçen gün evde Re'ye yazdıklarımı yeniden okuyordum, el yazısıyla yazılmış sayfalar. "Göğünyüzüne" şiirine denk geldim, altında yazdığım tarih vardı, yukarıda yazdığım olaydan bir sene önce, bilmeden Re'nin doğumgününde yazmışım. Bloga birkaç gün sonra koymuştum, buradaki tarih birkaç gün sonrasıdır.

Sanırım bu onaltı aralık yazacağım son onaltı aralık. Bundan sonraki onaltı aralıklarda yazmayacağım. Hayır, unutamam herhalde, ama bildiğimi size yazmayacağım. Sanırım, herşeyi yazmayı, gizli yazdığım herşeyi açmayı, ismi de dahil olmak üzere, bu yüzden istiyorum. Yazacak birşey bırakmamak istiyorum.  Re'yi yazmamam lâzım artık, nasıl yapacağım bilmiyorum, ama inşallah yapabilirim.

Bir alıntı daha almalıyım sanırım buraya, yazının sonuna.

22.8.11
"(...) Dizelere kırmayacağım, bir bütün olarak ancak, kahverengi kadar kendisi olabilir, seni sevmem gibi, ağaçın kabuğu gibi girintili ve hikâyeli. Kırmadan, ama bütün sokaklarında hem aymazlıkla hem karınca çabalamasında. Kendimin kaç katı büyüklüğünde kelimeler taşıyarak. Evet, kelimeler büyüktür, ancak kelimeler büyüktür, insanlar ölürler, boyunbağlar çürürler, ama kelimeler. İncil'in bir kitabı, önce kelime vardı, diye başlar. Sonra da kelime kalacaktır. Seni sevmemden başka birtek kelimeler. Bir de çok güzelsin, gözlerin çok güzel. Bir bütün olarak çok güzelsin. Dizelere kırmayacağım işte onun için, bugün yazdığım böyle güzel.

Diyebilirsin, buradan, burası neresi ise, müziğe, müziğe değilse, o notaya nasıl varacaksın. Bilirsin, belki de bilmezsin, her sokaktan daima sana varıyorum. Bir sana, bir senin için. Ne yazarsam, ne yaşarsam, ne solursam, ne fena havadan başka şey solumuyorum, oysa nefesini solumak istiyorum birtek. Sokağın solundan dönmeli şimdi, hangi sokaksa o öyle, belki kelimenin en güzel sokağı. Bak bunu bilmezsin, birkaç hafta önce, bir arkadaşla konuşuyorduk, ama her sözün sonu sana varıyordu, seni görmüştüm, ne dersek Re'ye varacak dedim, lahanadan bahsetsek bile, dedim öylesine, lahana dedi, lahanada ah var, ah deyince aklıma Re gelir, dedim, vardı birdenbire, kendikendine. Demek istediğim, işten değil buradan Re'ye varmak, bir sokak ötesi kadarsın, her sokakta. Her şarkı, her şarkıda her nota, usuma birtek notayı çağırıyor. Re. Nesirle yahut nazımla, her nasılsa, her ne kadar olursa işte o kadar: Seni seviyorum!"

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

10 Mayıs 2024

Bugün, Ramada Kemalpaşa Otelinde, İzmir Büyükşehir Belediyesi başkanı sayın Dr. Cemil Tugay ve Kemalpaşa  Belediyesi başkanı sayın Mehmet Türkmen beyefendiler ile Kemalpaşa sanayisi ve yapılabilecekler üzerine bir toplantıdaydık. Cemil başkan konuşurken, bir anda iki yıl önce o anlarda babamı son defa gördüğümü hatırladım. Sonra, 11 Mayıs 2022 günü saat 02:59'da çaldı telefonum; babam hasta değildi artık, ben de çocuk değildim. Hemen ertesi günü, işyerine uğramak zorunda kaldım. Babamın kredi kartı ödemesi vardı; o olmasa da, kart ödemesi vardı ve ödemek için de buraya gelmeliydim. Buraya yazıyorum, çünkü bu satırları da yine işyerindeki odamda yazıyorum. Kapıdan ilk içeri girdiğimde, her şey çok büyük gözüktü bir anda gözüme. Sanki yeniden altı yaşımda fabrikaya gelmişim gibi, küçülmüştüm. O yalnızlığı öylece duydum, o anda anladım. Yine de "büyümem" lazımdı, hem de bir gün öncesinden, 10 mayıs 2022'den çok daha fazla büyümem lazımdı; çünkü artık "Yılmaz beyin o...

On beş.

Bu bloga yazmaya, dile kolay, on beş sene önce bugün başlamışım. Demek ki bu bloga yazarak büyümüşüm. Zaten, kendi güncelerim gibi, öncelikle kendim için yazdım buraya; bu yüzden de okunup okunmadığını umursamadan, zaman zaman büyük aralıklarla da olsa, daima yazdım. Yaşadığım hikâyeler, yazdıklarımdan tuhaf olduğundan; yazdıklarım yaşadıklarıma, yaşadıklarım yazdıklarıma karıştı. Okurlarım on beş yıl boyunca daima az oldu; ama en güzeli, buraya yazdıklarım, daima bu blogun okurları oldular.  Bu bloga yazarken büyüdüm. Pek çok şey umduğum gibi olmadı, pek çok şey öğrendim. Ne yazık ki, bazen kayıplardan öğrendim. Düşe düşe yazdım, düşe kalka yaşadım; düştüğüm yerden daima kalktım. Hayır, tek başıma kalkmadım. Hep, rahmetli babamın, sevgili ailemin, değerli dostlarımın destekleriyle kalktım. Hezârfen inadıyla, daima Üsküdar’a varmayı umdum. Hep tuhaf hikâyelere düştüm. Zaten Hezârfen’in hikâyesi de Çelebi’nin düşü değil miydi? Zamanın azizliği, on beş yıl böylece geçti.