Ana içeriğe atla

“Aydınlanma”nın kısa hikâyesi.

Yazdığım ödevden bir parça daha paylaşmak istiyorum. Çünkü, hoca okumayacak, ama saatlerdir bu metin için çalışıyorum. En azından siz okuyun.


 

Sevgiler.


 

(…)


 

Aslında bu bölümde, Avrupa özelinde matbaanın sonuçlarını irdelemeye çalışacağım, ama matbaa devriminin öncesine de biraz bakmakta yarar var. Çünkü Avrupa'nın kendi karanlığını yırtmasının hikâyesini 12. yüzyıldan başlatmamız gerekir. Bu hikâye hepimizin bildiği gibi, yaşlı kıta için bir yükseliş ve aydınlanma hikâyesi; ama sonunda ne yazık ki, Avrupa'nın karanlıktan çıkarken tutunduğu İslam medeniyeti, hikâyenin sonunda Avrupa'nın eskittiği, ikinci el dogmalar ve baskılar altında kalacak. Belki de, eşyanın tabiatı gereği, bir yükselen ve bir yok olan; bir doğan ve bir ölen dünya döndükçe birbirlerinin içinden geçecekler, Yin ile Yang gibi var olacaklar.


 

Avrupa, kilise dogmaları ve feodal sömürünün altında ezilirken, "Doğu"da, Çin'den başlayıp İslam coğrafyasına yayılan medeniyetler, bilimde, felsefede, sanatta kendi altınçağlarını yaşamaktaydılar. Batı, 12. yüzyılda sanat, müzik ve resim alanında kıpırdanmaya başlamıştı. Bugüne dek kalan ve bugünü bile etkileyen eserler verilmeye başlanmıştı. Deyim yerindeyse, büyük aydınlanma filizleniyordu. pagan kültürüne ait olduğu gerekçesiyle kilisenin baskısıyla unutturulan eski yunan filozoflarıyla, İslam filozofları üzerinden 13. yüzyılda yeniden buluşacaktı. Endülüs devleti üzerinden, İslam devletlerinden üniversitelerde Batı'ya girmişti. Başlarda sanatın da, felsefenin de, üniversitenin de kilisenin kontrolünde olduğunu yazmak gerekir. Öyle ki, Walter de Merton 1264'te Oxford'daki ilk koleji kurarken amaçlarından biri, gelecekte kendisi gibi krala din adamı olarak hizmet verecek kişileri eğitmekti.

Ardından, Fransızcada "yeniden doğuş" anlamına gelen Rönesans, 14. yüzyıl başıyla 16. yüzyıl arasında Avrupa'da sanatın ve bilimin gelişmesinin adı oldu. 15. yüzyıldan itibaren Avrupa'da sanat artık sadece din doğrultusunda yapılmıyordu. Arap etkisiyle aşk şiirleri yazılmaya başlanmıştı.

Bu arada, 1450 civarında Gutenberg devrimini yaptı, bilginin kıta üzerindeki yayılımı da başladı. Gutenberg'in iş hayatı, bir ironi olarak başarısızlıkla sonuçlandı, icat ettiği matbaayı bile bir alacaklısına kaptırdı.


 

1500'e gelindiğinde otuz beş bin farklı kitap basıldığı tahmin ediliyor ve bunlara incunabula denmektedir.

Hümanistler, klasik kitapları basıyorlardı. Matbaanın kıvılcımı, kızgın bir alev olmuştu, Avrupa aydınlanıyordu. Bugün, Avrupalı üniversite öğrencilerinin değişim programının adı olan Rotterdamlı âlim Erasmus, hümanizmin çağdaşları arasında yayılmasında belirleyici olmuştu.


 

Avrupada bilgi hızla yayılıyordu. Bilgiye sahip olmaya başlayan Avrupa'nın yayılması ise, 15. yüzyılda başlayacaktı. "Keşifler Çağı" perdesini açtı. 1445'te Portekizliler Yeşil Burun adalarına ayak bastı. 1455'te papalık, Portekiz'e Afrika seferlerinde tekel tanıdı. 1481'de Elmina'da (günümüzde Gana toprakları içindedir) Portekiz'in ticaret üssü olarak bir kale kuruldu. İngiltere Kralının görevlendirdiği İtalyan Giovanni Caboto, 1497'de, ikinci seferinde Newfoundland'a ulaştı. 1499'da Amerigo Vespucci, İspanyol bandırası altında Güney Amerika'ya ulaştı.. Yaşlı kıta, yeni dünya'ya "Amerika" ismini 1507'de verdi. Del Cano, dünyanın etrafını deniz üzerinden dolaşıp İspanya'ya döndüğünde yıl 1522'ydi.

Avrupa'nın yüzölçümü 10.523.000 km2 dir. Bu ise yeryüzünün %2'i, karaların % 7'si Avrasya'nın 1/5'i demektir. Ama kara kıta ve yeni dünya, artık bilgiye sahip olan Avrupa'nın sömürü alanlarıydı. Bilginin yayılımının sonucu, Avrupa'nın sınırsız yayılmacılığı olmuştu. Dünya, ilk defa küreselleşmişti. Ama yayılmacılık, hümanizmden pek de haberdar olmayan sömürü ve katliamlar, izleri bugünlerde bile silinemeyen yaralar pahasına küreselleşmişti. Özellikle yeni kıtada "soylu"ların yaptıkları, İnka gibi medeniyetlerin yok olmasıyla sonuçlandı.


 

Yeni çağ ve modernite, kan üzerine kuruldu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Açık uçlu hikâye.

Evvela ithaf. -beni yeniden yazmaya çağıran M'ye hikâyeden önceki yazımdır. Ve yazgısını kendi çağıran yazıya giriş. Yazmayı unuttuğum bir hikâyeyi okudum bugün, neden ve nasıl bilmiyorum, çünkü yazmayı da unutmuştum. Ellerim olduğunu dahi unutmuştum. Ellerim olmadan kördüm ben. Kararsız kararlığa körlemesine girdim, kararsızdı muhakkak, çünkü yazılmamış bir hikâye yazılmayı beklemez.  Kahvenin karanlığını akla çağıran gelişme. Hayat bu yüzden tuhaf, beklenmeyen yerde başlarız yazmaya, bir daha yazmayacağına dair bir yanılgı içine hâkim olduğunda. Hikâye gözlerine bakar ve yaz beni der, yazar iradesizdir, irade sahibi olan öyküdür okuyan bilmez. Hikâye yazdırır kendini. İlham dersin yahut rüzgâr, kendine çağırır hikâye. Alelacele gidersin, hayat bu yüzden tuhaf. Yazamayacağın sanrısını ve onca işi bırakır, hikâyenin gözlerinde bir kelimede bin kelime çağırır aklın.  Yazar çaresizdir, hikâyenin esiridir. Geç kaldığını düşünse de, başlar yazmaya. Sonunu b

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi

Ötekinin Hikâyesi

Quid rides?  Mutato nomine, de te fabula narratur. Quintus Horatius Flaccus “Güya buraya bir daha asla gelmeyecektim.” Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesinde, bir Amerikan kahvecisinin tuvaletinin kapısında görmüştüm bu cümleyi. Hiç unutamadım. Çünkü o zamanlar bir hikâye üzerinde düşünüyordum, nereden başlamalıyım, nasıl yazmalıyım diye kendime soruyordum. Yıllarca çabaladım, aslında yıllarca kaçtım yazmaktan. Çünkü kalemi elime her aldığımda, kendimi bir daha gelemeyeceğim kadar güzel zamanlarda buluyordum ve bu yüzden de hatırlamamak için “bir daha gelmeyeceğim” deyip yazmaktan kaçıyordum. Boşuna kaçıyordum aslında, bir daha gelmeyecek olsa da yaşanmış olması bile hayatımın geri kalanını değiştiren, güzelleştiren bir hikâye yaşadım. Bir hikâyenin ilk cümlesi önemlidir. Okuru okumaya ikna etmeye ilk cümlede başlamalıdır yazar. İlk cümle, çarpıcı olmalı, etkileyici olmalı; akılda kalmalıdır. Bu hikâyenin başı benim için çarpıcıydı, tam anlamıyla, olması gerektiği gibi.