Ana içeriğe atla

Dünler


Bir
(ekim 2008/ latince bir elif)

 
Tarihe iz düşmeli, ekim ayının yirmi yedisi, saat sekize yirmi üç var. İki bin sekiz. Kelimelerim var, toparlayamıyorum.
Yine görmekten kör oldum. Gözüme sabun kaçmış gibi yanıyor ve kapadım. Yine çağırdığım çıktı karşıma. O'nu ve Köprü'yü bir gün arayla gördüm.
"Görmek" ne kadar anlatabilir, o ve ben birbirimize bakıp aramızda bir metre yokken yaşadığımı.
Arkam dönüktür, konuşmaktadır, susmaktayımdır, yahut birşeyler almaktayım büfeden. Gülmekte ve yanında bir genç erkek var ve bilmiyorum arkam dönük. Tanıdık gülüşleri ve konuşmaları duymaktayım, vurulmuşumdur, dönerim, o'dur. Susar ve konuşmamı bekler. An durur, an dediğin zaman gözlerimi köre vurur. Konuşmam, susarım ve dönerim geri. Ayrılırız. Gülmeye ve konuşmaya devam etmektedir. Ölmüşümdür.
Öldüm. Önce gözlerim öldü, otobüse yürürken dahi sokak lambaları altından. Ses'im öldü bağırarak söylemekten şarkıyı. Ellerim öldü, hiç yokmuş gibi.
Oradaydı, çağırmıştım ve bırakmıştım. Konuşmamı beklemişti, susmuştum. Susmak, ölüler susmaktan ibarettir. Dönebileceğim bir o bırakmadım orada, arkasından izledim uzaktan. Dizlerim öldü.
Dostuma bağırıyordum, telefon öldürücüdür ve hep ölüdür. Neden'leri cevabını beklemeden ve bilmediğini bilerek soruyordum.
Hiçbirşey bilmiyordum. Bir fotoğraf ölmüştüm sanki, tek an ve çok sonsuz.
Sonsuz nedir'i biliyordum bir tek, bir o'na sarılırken bir de bakıp susarken öğrenmişim.
Bilmiyordum.
Yaradanın ne anlatmak istediğini bilmiyordum, bilmediğimden öyküye kızıyordum, ıpıssız bir çölde bir sokak lambasıyla bir başıma kalmış kadar, geceleyin, soluk ve ölümlüydüm. Sokak lambası şahitti ve herşeydi, ölmezdi, ben bütün sokak lambalarını ölmüştüm.
Kendim tarafından kandırıldım sonra ve uyudum.
Uyandım, kandırmacadaydım, sabahtı yine de ölümlüydüm. Kararan gözlerim vardı, kördüm. Kandırdım kendimi yine uzaklara ve bu sefer yürüyordum, köprü karşıdaydı. Köprü ve muhtemelen erkek arkadaşı. Elini selam olarak salladı, iki parmağını yöneltti. Gülümsedim ve geçtim.
Şaşırmadım, gülümsedim. Hem öğrenmiş, hem ölmüştüm. Gözlerim yoktu, faltaşı açılacak. Derim yoktu yüzümde, beyaza kesecek. Sanki.
Bir gece karanlık bir odada başka bir öldürülmüş insanla oturduk, dinledik, kulaklarımızı kesmek için. Dinledik, bugünleri. Geçmişte kalmışız, zamanı an etmişiz ve öylece bırakmışız tek bir fotoğrafa zihnimizi. Ölmeye yakınız, neredeyse korkmayacağız, ölmesinde korktuğumuz "o"ları kaybetmişiz, ellerimizi sanki.
Gece sona erdi ve bugün, yine bir şarkıya takılmış sürükleniyorum işte, yazmak istediğimdi yazdım.

 


 

 
İki
(mayıs 2013/ Re)

 

herşey kurşundan hızlı sona ilerliyor
-son nedir? nedir son?
-kurşunun hızı nedir? ne kadar zamanda ulaşır sona?
-zaman nedir? yenilgiden başka.
her kuytuda bir renk her kulakta bir gürültü
bir kadının ilk başta elleri yanıyor
-sonu olan hiçbirşeyi sevmedim. son nedir?
-rengi nedir kurşunun?
-zaman eskidir yenilenmez.
her meydanda eski bir zaman, her kucakta bir yenilgi
bir kadının neden elleri yanıyor?
-ben son bilmeden kadınları sevdim.
-notalar bildim kedilerden korkan.
-zaman ne? ne biçim zaman?
*
Olsa keşke tarihsiz saatsiz zamandan
Azade bir gölge kalsam soru sormasalar
Son nedir bilmesem
*
Yenile yenile daha çok yeniliyorum. Hep yeniliyorum. Yenilerek yenilmeyi öğreniyorum isteyerek yahut iste-
meyerek. Farketmez!

 

Üç
(aralık 2012/ Yenizaman)

 
Belirsiz bir yazı serüveni benimkisi. Adı yok, şekli muallak.
*
Bordo yeleği öylece yangın gibi salınıyor yürürken. Yazmamalıyım onu, düşünmemeliyim, ama yapamıyorum da. Bir şekilde arkasından bakıyorum işte.
Eğer gerçek duygular duyarsam ona, sonu ancak düş kırığı olur, öylece kesin. Ama neden hep gönlüm olamayacak olana meylediyor. Sıradan insanlar, az güzel insanlar yerine, ulaşılması imkansız kadınları çekiyor canım. Aşk değil bu, zaten olmasın da.
Hiçbirşey değil, ancak parlak saçları.
*
Gölgesiz gelir gelmez "ölmedi mi bu şair?" diye sordu, akşam oldu. Şairler ölümsüzdür, dedim, hem de heykelsizce. Yalan olsa da doğrudur.
*
Yalın, duru, pürüzsüz, eskiyunandan bu kadar ki en burnu havada kadın. Ancak saçlarını savuruyor, ancak yeleği savruluyor, kelimeler söylerken arkadaşına elleriyle konuşuyor.
Hiçbirşey değil, ancak dudakları.

 
Dört
(nisan 2011/ Re)

 

Kırık bir masada çay içerken, sakallarımın hangi gece çıktığını düşünüyorum. Birdenbire mi çıktı, önce tek bir kıl mı, çocukluğumu öldüren hangisi? Sakallar ve insanlar gece büyüyordu, insanlar uyursa korkulu rüya görüyordu. Bir çocuk gündüzleri, o iki güzel gözüyle, mendil satarken, eski çocuklar o sokakları ezbere eziyordu. Kağıttan mendil satan çocuk, evde kim bilir neler düşünüyordu. Kim bilir sakalları çıksın isterdi, yaşamadığı çocukluğu ölsün. Düşleri vardı mutlaka, güzel düşleri, hepsini dinlemek isterim. Kırık masada karşımda otursa keşke.
Sağlam bir masadayım az yürüdükten biraz sonra, çocuk keşke burada olsa. Beraber de görmüştük Re'yi ve Adam'ı da, o da bilmiyordur adlarını, ben de bilmiyorum. Yeni kadın olmuş eski çocuklar geçiyor önümden ve mutlular. Sakallarımdan alacaklıyım, çocukluğumu öldürdüler. Ben de onları kessem, ölmez ve bir daha ve bir daha ve defalarca çıkarlar. Oysa çocukluğum bir defa öldü. Deli olmazsam, yahut çok yaşlanıp bunamazsam, bir daha çocuk olamayacağım. Neyse ki çocukluğumdan bir yaranın sakalsızlığı var çenemin ortasında, çocukluğum ölmeden bir hatıra bırakmış.
Ne var, neden bu kadar mutlular yeni kadınlar.

 

Beş
(aralık 2012/ Re)

 
Tanıdık bir uğultu. Uğultuları da ikiye ayırıyoruz, tanıdıklar ve yabancılar. Her şey ikiye ayrılıyor. Her şey değil elbette. Herhalde. Ama ben iki kişiyim. İki sevdiğim kadının iki başka adı vardı. Son sevdiğimin bir adı vardı, bir de ben verdim. İklimler. Gelgitler ruhumun iklimi. Hep ikilik içindeyim. Hep değildir herhalde.
İçim titriyor. Yabancılık çekmedim. Tanışıklık gördüm. Yanlış bir tabir. Ne doğru olabilir ki? Aklıma geleni öylece yazıyorum. Onu sevmek değil şu an mesele. Değil mi? O kim? Ben? İçim bulanıyor. Tanıdık uğultu kulağımı okşuyor. Okşuyor, yahut yakıyor.
Beni gördüğüne şaşırmadı, sevinmedi, üzülmedi. Beni görmedi de aslında. Ben kimim? Kuytu güzel, gölgesizin gölgesinde saklanmak sessiz. Kelimeler eski. Aklıma ne gelirse öylece yazıyorum. Tanıdıkları bir bir gördüm. Her birini öptüm, o hariç. O beni neredeyse tanımadı. Yolumu kesen kimdi o halde? Neden sorularının akşamı bir hafta önce değil miydi? Işıkları yaktım, gölgemi bozdum. Usumu da bozdu ışık. Ama kapayamam da yeniden. Aydınlıktayım şimdi. Görünür kılıyor, kılmaya çalışıyorum kendimi. Kimse görmüyor nedense. Çocuk beni tanıdı, nota (üstünü çizdim) (neden?) beni tanımadı? Neden? Yok öyle değil, merhaba dedi ya. Zaten "neden bizden kaçıyorsun?" diye sormamış, neydi o sorunun aslı? Bugün aslının sesini hatırladım, ama ben onu tanırken. Ne acayip! Onu "latince bir elif" olarak yazıyorum, sesi de Bu'na benziyor üstelik. Öyle sandım bugün o pilavı yerken. Pilav sanrısı.
Güldüm. Kendimce güldüm, önümdeki iki kişi döndü biri gölgesiz.
Dördü bir girdiler şimdi hatırladım. Demek ki eski dostum doyasıya görüyor, önceden hatırladığım gibi. Kıskanıyor muyum hâlâ? Şimdi? Bilmiyorum. Midem bulanıyor. Tanıdık uğultu yerini ders anlatan bir kadın sesine bıraktı ince. Canım sıkılmaya başladı bile. Neden tanımadı? Yani tanımadı derken, ne bileyim, iki kelime olsun konuşmadı. Neden konuşsun? Ne zaman konuştu? Merhaba neyine yetmiyor? Ne bekliyorsun? Neden şaşırıyorum bu kadar, onu da anlamıyorum. Y…… selam vermiyor diye şaşırıyorum, nota on milyon kelime söylemedi diye şaşırıyorum. (Üstünü yazdıktan hemen sonra çizdim, otosansür gibi bir şey herhalde yahut üslup)
Eskiabla'ma da sarıldım. "Derse mi geldin?" falan dedi. Sanırım öte bugün yani tam olarak Re değildi. Dramatik yahut heyecanlı gelmedi bana. Geçen hafta ki neden?" sorusu nerede, bu selamlaşma nerede. Ama önemli anlar aniden gelişiyor, doğrusu bu. Ben ayarlamıyorum. O gün beraber otobüse binelim diye düşünmüyordum bile mesela, birden oldu. Hemen, hatta her önemli "an" plansız oluştu.
Ufak bir gürültü başladı, hoca müdahale etti. Arada çıkacağım herhalde. Neden? Neden? Ne güzel soruyor "neden" sorularını. "Neden geldin?" diye sormadı hayret. Ne dedi, hiç hatırlamıyorum. Görmezden mi gelmeye çalışıyordu, onu da bilmiyorum. "Merhaba" demiştir, "naber?"    dedi mi? Demedi sanki. Hiç aklımda değil, neden aklımda olsun ki zaten. Çocuk bin yıllık kardeşimdi mesela bugün. Beni gördüğüne sevindi sanacağım neredeyse. Bilmiyorum, sevinmiştir belki. O "tuhaf ama iyi çocuk" diye tanımladıkları benim. Nereden çıkardım beni böyle tanımladıklarını. Durmadan ve düşünmeden yazıyorum, demek ki benim kendi hakkımdaki yorumlarımdan biri. Özlemişim bu sınıfta yazmayı. Onu görmüyorum, aramıyorum da. Kafamı eğdim yazıyorum. Saklanıyor muyum? Herkesin içinde mi? Mantıksız. Ama usum da bulanık, bunu da unutmayalım. Hasta olacağım herhalde. Bir de yarın gelmeyeceğim sanırım. İyi. Ne güzel. Y……'in İngilizce kitabını istesem. Verir mi? Selam dahi hiçbirşey vermez o bana. Muhtemelen günahını dahi vermez.
Pilav sanrısı güzel bir kafaymış. Bozuk pilav ilham veriyormuş, bunu da öğrendik. İlham değil ki bu, delilik. Hem pilav bozuk değildir belki. Allah günah yazmasın, çirkindi sadece. Rabbimizle bile pazarlık yapıyoruz ya, biz âdemoğlu tuhafız, çok tuhaf. Nefes alayım.
Şu an mesela ölsem söylemem ona Re olduğunu. Neredeyse değil zaten. Bugün. Bu akşam. Şimdi. 17:48'de.
Hocanın sesi sıkıcı olmaya başladı. Biraz uzağımda T…. var, yazarak kavga etmiştik. Sanalda. Zahirde. Gerçek dünyada birbirimize en ufak bir saygısızlık yapmadık ama. Hatta bir keresinde selamlaştık da.
Bir de adı Ö___ (yazıyordum durdum) olan kadınlara ağladığımı farkettim. A…'ya ağlamıyordum, bununla övünüyordum da. Ben ağlayamam, diye. Ama, adı a… değildi. Olsa ağlardım mı? Yok. Onu sevdiğim için kendimden nefret ediyorum bazen bir de birinci "ismi lazım değil"i sevdiğimden. Ondan da nefret ediyorum bazen. O kim? Kim o? A..., birinci öte ve diğer hepsi. Re hariç. Çünkü Re, öte değil. Sadece öte değil, Re bir imge. Aşkın saf hâli. Hepsi. Benim yiten çocukuğum ve kırılmışlıklarımın hepsi. Beni reddedemeyecek bir imge. Mor ve Ötesi şarkısı aynı zamanda. Öte bu akşam Re değil, tamamen eminim şimdi.
Burada olmam boşa gitti yani. Deli yazısı, pilav sanrısı yazıyorum yetmez mi? Neden yetsin? Aradan sonra devam.
Arada onu Re yapmaya çalıştım. Yine de pek konuşmadı belki. yok. Daha fazla ne konuşacak? İşte böyle, bu kadar. Gereksiz çabalar. Neden? Bilmem.
Lokum verdiler arada yedim. Yeni sınıftan ders anlattığım, ama adını bilmediğim bir kız verdi. Marşmelov gibiydi, güzeldi, Allah kabul etsin. Neden, diye sormadım. Sadece teşekkür ettim. Ayıp. Umursamadım demek ki nedenini, inşallah güzel birşeydir. Bir bebek doğmuştur belki.
Neden umursamıyor beni? Umursamıyor değil, zorla yanına gittin, yine de konuştu. Ama laf hemen eridi. Erisin yahu. Ne çıkar? Hangi kelime, kaç kelime, ne bekliyorum. Soru işareti de koymadım bak. Bu konu burada arada kaldı. Bir yere çıkmıyor. Bulanık usum öteyi Re yapmaya çalışıyor. Oysa aksi iyi. Öte, Re olmasın. Türkiye çöl olmasın. Onunla bir sırada yan yana oturduk, ne iyi, ne güzel.
Arabesque'i koklayayım. Fransızca. Bana bu yakışır. Re'yle konuşurken M…. geldi. Lafı o mu böldü? Ne konuşuyorduk ki öteyle? Lokum. Lokumu yiyordum, homurtuyla konuşuyordum zaten. Konuşmak olsun diye sanırım.

 

Altı
(herhalde 2009, tarihsiz/ kime yazıldığı bulanık yahut kimseye)

 

Neredeyse biliyorum şarkıyı öyle diyeceğim, hani ellerim elimdeymiş gibi, öyle sanacağım. Mavi bir renk bileceğim, anlamadığım sözleri bir anda çözmüş bir şarkı söyleyeceğim. İki gözüm iki elimde değilmişçesine, üstüme giydiğim gözlüğü gözlerime giydim sanacağım. Hani ayaklarım yere basıyor sanki.
Pek değil ve genelde. Az kalıyorum yine çokluklar içinde. Çingeneyim yine bu akşam, müziğimi kendim yapıyorum hayatıma aş gibi. Aklımı kendimden saklıyorum, gözlerimi başka yerlere dikip başka yerleri görüyorum. Gördüklerimi de düşünmüyorum, o hepten başka.
Neredeyse biliyorum kim olduğumu artık, öyle diyorum gülerek ve kandırarak kendi göz kapaklarımı mavi renkler görmüşçesine. Gözlerim diyorum, yanmıyor gibi dünkü yangında.
Sevsem diyorum, yeniden ama farklı yüzlerde görsem eskisini, dememe kalmadan gidiyorlar başkaları hep elimden almışçasına. Ellerim yok, bilmiyoruz, umrunuz da değil.
Sonra merhaba, gülmekli ve yorgun düşlerim var. Nasılsın, ağzım yerinde ve dişlerim biraz. Elleriniz nasıl, benim ellerim yok, kalemlerim var mavi.
Ama işte, şimdi galiba yeni bir girdapa, dün'den farklı olması yeni olması olacak bir girdapa, uzun bir.
Ellerim, en çok onlara acıyorum, kimse bilmiyor, ne akşamları var bu ellerin, bunun sessizliği de var, hem mevsimi değil ama yine.
Bütün suretleri topluyorum. Ve akşamlar için, gözlerimin yerine koymaya.
Yedi
(ocak 2013/ Re)

 
"Hemen herşey hakkında bir cezaevi." Karşımda Buca Cezaevi'ni görünce böyle dedim, şimdi de karşısında kahve içeceğim.
Bugün bir "pasaj" yazdım, zamanüstü bir Re anısı olarak , oldukça kapalı. Büyük bir soru olarak "söylemek ya da söylememek" şimdiden aklımı işgal etmiş durumda. Böylece aylar geçiyor ve büyüyoruz. Büyümek.
*
Düpedüz bu akşam başımın içinde doğuyor. Eskiden kalma.
*
Sahte peygamberleriyle bir akşam, evet böyle yazasım geldi, belki de böyledir de, başımda garip (hayır tuhaf) bir uğultu, vişneçürüğü bir körlük, kör bir çiçek, çiçek bir kör, her biri.

 

Sekiz
(kasım 2013/ Yenizaman)

 
Bak şu işe, Allahın işine, yine bir Perşembe. Kasımın on dördü, miladi takvimin yalancısıyım. Yıl? Bitmeye yüz tüten yıl, iki bin on üç. Geçen hafta ne çok yazdım, perşembeydi. Çiçeği görme günü bir şekilde. Çiçeğe bakınca kadeh gören de benim, ne çok ismi oldu. Nasıl kurtulacağım ben bundan? Neden? Bilmiyorum, korkuyorum. Duygumun bir adı yok, yok değil. "Şarabî bir his", ama başımı döndürüyor.
Eloğlu'nun şiirlerini aldım yanıma, hava da inadına güz. Âh. Parlak saçlarında dolanacak eli birkaç saat sonra, dolgun kıpkırmızı dudakları kelimeler söyleyecek, gözlerini kırpacak, gözlerinde bir çocuk gördüğümü sanmıştım. Yanılmaya oradan başladım belki de.
Elleri. Ne zaman görsem, Karakoç'tan bir beşlik okuyorum yarı sesli, ne zaman görsem onu ve ellerini yarı-deli oluyorum. Ama aşık değilim ona. Ne yazmıştım? Şarabî bir his. Düpedüz sarhoşluk, mevsimleri yanılan bir sarhoşluk. Dışarısı güz, yağmur da yağıyor. Onu yazarken bile bir bahar duyumsuyorum. Sanki bahardan çok yaza benzetmeli onu, yakıcı. Yazdıkça doğrusunu buluyorum. Bahara değil yaza benziyor. Oysa ben yazı sevmem. Çok güzel kadınları da sevmem ama ben.
Güzelliğinin farkında, hatta kibrini de duyduğunu sanıyorum, ama yanılıyor da olabilirim. İşte beni kışkırtan aslında bu keşif arzusu. Vücudunu da, evet, ama ruhunu da keşfetmek istiyorum. Orada karşıma çıkacak olanı seveceğimin bir garantisi yok, aslında hiçbirşey çıkmaması yahut bir fotokopi ruh çıkması çok büyük ihtimal. Ama yine de.
Belki de, ruhunu keşfetme meselesi ilk başta kendime söylediğim bir yalandır. Bunu da tam bilmiyorum.

 


 


 


 

Not: Pek çoğunu okulda yazdığım günceye benzer notları, defter arkalarında yazdıklarımdan dünlerin izlerini birleştirmeye çalıştım. Tabii ki yüzlerce sayfadan çok azını kullandım. İleride devam edebilirim belki de, şimdi bilmiyorum. Daha çok kendim için yaptım bunu, ama okumaya katlanana da bir hikâye gibi gelecektir. Bazı isimleri sansürledim, aslında çok da sansürlemedim, neredeyse, tam aksine ortaya çıkardım. Metinleri hiç değiştirmedim diyemem, çok ufak yerleri çıkardım bazı yerlerde. Yazılmış herşeyin kendi yalanını içinde taşıdığına inanırım, onun için okuduğunuz kişi benim diyemem. Ama kurgu da değildir. (29.6.14 – 23:59 - RSİ)

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi

sürgününü yitiren bir şairin ardından.

ey en eski kuytulara saklanan çocuk sevgilerinin aleniliği, en derin kuyuların karıncalanan karanlığı, ses uyumları, bıçaklar ve bütün balkonlar; bir şairin arkasından ne kalır? ey en büyük adamların ayakkabıları, koca binaların camekanları, en derin korkulardan fışkıran öfke, kulak aşinalığı, kılıçlar ve bütün kadınlar; bir şairin arkasından kim kalır? kendi makus talihini makaslarla kesen terzilerdir şairler ve hep büyük konuşur, her zaman büyük ölürler. *