Ana içeriğe atla

Haziran iki ve üç.


2-6-14

 

Ortadan ikiye bölündüm. Yazmak zorundayım, aklıma ilk bu cümle geldi, düşünmeden yazdım. İlk yalanım bu, daha ilk cümlede. Yirmiyedi mayısta, yanımda taşıdığım günce defterine, derste şu cümleleri yazmıştım.

 

27-5-14
"Ortadan ikiye bölünmüş durumda" dedi hoca, koca dersin tek doğru cümlesi. Neden bahsediyordu, bilmiyorum, herhalde Kızıldeniz'den yahut benden değil.

 

Dersi derste anlamak böyle mi, bilmiyorum. Bilmiyorum, değil, hâlâ daha komik birşeyler yazıyorum. Ama, durum hiç komik değil benim tarafımdan bakınca. İki buçuk yıldan sonra Re'ciğimi yitirdikten hemen bir yıl sonra bir Kadeh yitiriyorum işte. Çünkü, haziran. Her haziranda birilerini yitiriyorum. İmgelerimi, harflerimi. Kadeh, bir imge. Bildiğiniz "Y" harfinin yazısı. Adını biliyordum bu sefer ilk başta, aydınlık yanaklarını, parlak saçlarını, şaşırınca çocukça bakan kahverengi gözlerini, (ki arada bana kırpıyordu, ben de her kırpışında kendimi baştan yiyordum, yanlış okuyordum, yazıyordum, bir harf bir harftir) dudaklarını (burayı ve aşağısını fazla yazmak olmaz, yenilince yenilmiş sayılan bir öykünün yazarıyım artık ben), mâhir ellerini (eller de utanmadan yazılabilir, yahut bir slayta da yansıtılabilir usta bir şairin bir beşliği olarak, her ikisini de yaptım) bildiğim kadar biliyordum adını ilk başta. İsim vermem en azından dedim, sonra ilk olarak "Yeniçiçek" sonra "Yenizaman" dedim, imgelerim kötüden iyiye gidiyordu. Adını gizlemeyi en sonunda akıl ettim, "Kadeh" dedim. Usta işi! İsim vermem, dediğim Y'ye, üç isim verdim sonunda.

 

Bacaklarını yazmayacağım.

 

Ortadan ikiye bölün'müşüm. Yalanın böylesi. Çünkü kaça bölündüğümü bilmiyorum. Mesele, Y de değil sadece, Y değil de değil pek tabii, aşık olduktan sonra nasıl olmaz, ama mesele en başından yazdığım üzere benim. Bölünen benim, kırılan benim, her terazide eksik çıkan, her sevdiğinin arkasından bakan, işte birşeyler daha, benim. Kendimle yaşamaya alışmalıyım, fay hattıyla ilgili bir sürü espri yazılır buraya, ama kendimle dalga geçerek sizin önünüzde sahte bir özgüven oluşturmak istemem. Özgüvensiz miyim, hayır. Haddini bilmeyecek kadar güveniyorum kendime, Y'nin peşinde dolaştım işte, ister dev aynasında kendini görmek deyin, isterseniz demeyin, ama dolaştım. Beni sevmeyeceğini bilerek. Unutarak.

 

25-3-14
Biliyorum, Kadeh beni sevmeyecek. Bilmeseydim, sevmezdim. Ben sevilmemeyi en iyi biliyorum.

 

Bu cümle özgüvenli bir cümle gibi görünmüyor belki de, ama mesele burada başlıyor. Ben bu cümlede doğruyu yazarken, bu doğruya hiçbir zaman inanmıyorum. Unutuyorum. Çünkü, umut lazım. Yoksa, sevemezsin. Kendine yalanlar içinde yalanlar söyleyeceksin, o kadar söyleyeceksin, sonunda yaşadığın dünyanın gerçek dünyayla bir bağlantısı kalmayacak.

 

Re de böyle olmadı mı? Oldu. Hayal aleminde kendime yeni bir evren yazdım neredeyse. Sonra. "Nedenini biliyorsun." Ah, evet. Sevgili sevgilisi. Güzelim kitabı hatıra olarak vermeme rağmen reddetmişti. Ama, benim hayalimde böyle bitmezdi sonu. Boynuma atlamayacaktı herhalde, (kendi mizahını yapmak olarak okuyabilirsiniz sevgili okur) ama-

 

Uykum geldi. Bu kadar yeter bugünlük. Gecelik. Her gün yazarsam (gece) belki ilginç olabilir bu günce.

 

3-6-14

 

Ne kadar aklımı yitirirsem, o kadar iyi. Aklımın arkasında ne kaldıysa, hepsi çıkıyor karşıma. Taşınırken bir dolabı kaldırmak gibi yani.

 

"Bak burada ne varmış, ben bunu unutmuştum." Bir de toz. Bulanıklık. Yahut düpedüz bulantı.

 

Vicdanını buluyorsun aklının arkasında. Akıl, vicdanı engeller mi? Yeri gelirse engeller. Öyle sanıyorum.

 

Şimdi bir şey okudum. Sıradan insanın acısını, en büyük yazarların dâhi derinlemesine yazmadığını anlatıyordu. Sıradan insanın acısını sıradan insan anlatacak çünkü. Öyle anlatacak ki, dinlemekten bıkacaklar. Öyledir sıradan insanın acısı, bir süre sonra kendisini yalnızlaştırır. Değil midir yoksa? Yalan mı yazıyorum. Aklım bulanık. Çok.

 

Yeniden araftayım vesselam. Övünmüyorum, yerinmiyorum. Ben sadece yeniliyorum. Niçe denilen haydutun yalanları şöyle dursun, güçlenmiyorum da ölmememe rağmen. Sadece yeniliyorum. Defalarca, doyasıya. Hâddsizce. Burası benim yerim, "sıradan insanın acısı" yazıyorsunuz ya, ben o acıyı biliyorum. Sevilmemeyi de, yalnızlığı da, hastalığı da, kimliklerin arasında sıkışmanın sancısını da, birkaç çeşidini biliyorum. En çok, ölen çocukların, öldürülen çocukların acısını duyuyorum. Sonra sevilmemenin, ama çok sevilmemenin acısını duyuyorum. Beni öldüresiye sevmiyorlar, ben yaşıyorum. Güçlenmiyorum. Niçe yalancı. Konuyla alakasız olarak, Freud'u da sevmiyorum.

 

Re'yi seviyordum. Ömrü hayatımda evlenmeyi düşüneceğim tek kişi oydu şu ana kadar. (Kadeh ise, kesinlikle değil. Yeşilçam mucizesi olsa ve biz birlikte olsaydık, ben kıskançlıktan geberirdim, hayatı yaşanmaz kılardım ona ve ayrılırdık. Başlamayan bir ilişki bitti bile. Ama arkadaşça ayrılalım. Geçen gün ona bakarken oynayan bir âdemelmasını sökmek istedim, yapmadım. Arkadaşça. Ne haltsa.) Sonsuza kadar güvenirdim ona. Nereden geldim buraya? Evet, Re bana "kıyamam sana" diyordu, sanırım onu yazacaktım. Sıradan insanın aşkına dair dramatik bir kurgu. Etkileyici bence.

 
3-3-14
Ne güzel kandırıyordum kendimi, ne güzel bekliyordum bir an onu görmeyi, ne güzel bakıyordum onu görünce, sesim neredeyse güzeldi ona şiir okurken, ellerim vardı elini tutarken.

 

Sıradan insanın aşk acısı. Yazdıkça görüyorum ve yazmaya korkuyorum. Korktuğum için yazmayacağım. Sıkıldım edebiyat oyunlarından.

 

Kendimden sıkıldım.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

Burada

“ eski bir şarkı belki bir şiir ” İzmir’in ayazında evvelki yazgılardan ismimi sildim seni tanıdım ama hatırlayamadım senlerin içinde seni ayıramadım İzmir’de ısıtmaz güneş yanımda azalırken bir çınarın gölgesi karşımda cumartesinin eksiği karagöz oyunlarının gölgesi çelebinin rüyası hezârfenin düşüşü hacıvatın kibirli sessizliği birinci yalnızlığımdan arda kalan yeni veliahtların masaya düşen gölgesi şairlerin eski ahitleri cümle hataların güncesi benim yarınım benim dünüm yanaklarım bileytaşı temel temelsiz direklararası böyle yıkılmaz (yalnız bu şarkı kırmızıdır çabuk çarpar şimdiden şehla bakıyor gözlerin) İzmir şehrim işim resim yazmaktır Sen miydin belkahveden bir yazıyla indiğim senin yüzünden seninle gözlerin sizli tafsilatını bilmiyorum tanrım bilir taksiratımı ve sakallarımı ben hatıralara inanmıyorum barikatlara ve dağlara da amentüsü inkar olan o kadın sen miydin belma sebil miydi eski birşey maalesef aklımda hergün hakikat şarkısının eksik notası (Dün bir gün seni de gördü...

On beş.

Bu bloga yazmaya, dile kolay, on beş sene önce bugün başlamışım. Demek ki bu bloga yazarak büyümüşüm. Zaten, kendi güncelerim gibi, öncelikle kendim için yazdım buraya; bu yüzden de okunup okunmadığını umursamadan, zaman zaman büyük aralıklarla da olsa, daima yazdım. Yaşadığım hikâyeler, yazdıklarımdan tuhaf olduğundan; yazdıklarım yaşadıklarıma, yaşadıklarım yazdıklarıma karıştı. Okurlarım on beş yıl boyunca daima az oldu; ama en güzeli, buraya yazdıklarım, daima bu blogun okurları oldular.  Bu bloga yazarken büyüdüm. Pek çok şey umduğum gibi olmadı, pek çok şey öğrendim. Ne yazık ki, bazen kayıplardan öğrendim. Düşe düşe yazdım, düşe kalka yaşadım; düştüğüm yerden daima kalktım. Hayır, tek başıma kalkmadım. Hep, rahmetli babamın, sevgili ailemin, değerli dostlarımın destekleriyle kalktım. Hezârfen inadıyla, daima Üsküdar’a varmayı umdum. Hep tuhaf hikâyelere düştüm. Zaten Hezârfen’in hikâyesi de Çelebi’nin düşü değil miydi? Zamanın azizliği, on beş yıl böylece geçti.