Ana içeriğe atla

Karalama

Ekmek yedim. Aklıma bu cümle geldi, bir kaç saat önce Bornova meydanında yürürken, yazmalıyım diye düşünürken. Yazmalıyım diye düşündüm, ne zamandır yazmıyorum, günce notları bile tutmuyorum neredeyse, yaz diye herhalde, aklım hep bulanık. Şimdi eylül, şimdi eylülü övmeliyim, ama canım istemiyor. Uyurken karabasanlara yakalanmasam yeter, eylülü herkes över. Yazmak istemiyorum aslında, çünkü 2006'da ne kadar salak olduğumu yeniden farkettim geçen gün, 2012'de de, 14'te de. Ama, ben onları sevdim mi, yoksa yazmak için mi kullandım bilmiyorum. Re hariç.

Kadınları sadece yazmak için kullanıyorum, kullanıyorum dediysem sizin gibi değil. Hiçbirşeyim sizin gibi değil, hatta benim sandığım gibi bile değil, öyle görünüyor. Aldanıyor muyum, kendimi mi kandırıyorum. Umrum değil, uykumda karabasanlara yaklanmasam yeter. Tekrar önemli, yazıya bir şiirsellik katıyor. Ama ben yazı yazmasını da, şiir yazmasını da bilmiyorum. Doğrusu, istesem ucuz şiirleri şurada karalarım da içimden de gelmiyor. Şiire de inancımı yitiriyorum bazen. Karakoç hariç.

Bak nasıl tamamladım ama yazıyı, aşkolsun.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

On beş.

Bu bloga yazmaya, dile kolay, on beş sene önce bugün başlamışım. Demek ki bu bloga yazarak büyümüşüm. Zaten, kendi güncelerim gibi, öncelikle kendim için yazdım buraya; bu yüzden de okunup okunmadığını umursamadan, zaman zaman büyük aralıklarla da olsa, daima yazdım. Yaşadığım hikâyeler, yazdıklarımdan tuhaf olduğundan; yazdıklarım yaşadıklarıma, yaşadıklarım yazdıklarıma karıştı. Okurlarım on beş yıl boyunca daima az oldu; ama en güzeli, buraya yazdıklarım, daima bu blogun okurları oldular.  Bu bloga yazarken büyüdüm. Pek çok şey umduğum gibi olmadı, pek çok şey öğrendim. Ne yazık ki, bazen kayıplardan öğrendim. Düşe düşe yazdım, düşe kalka yaşadım; düştüğüm yerden daima kalktım. Hayır, tek başıma kalkmadım. Hep, rahmetli babamın, sevgili ailemin, değerli dostlarımın destekleriyle kalktım. Hezârfen inadıyla, daima Üsküdar’a varmayı umdum. Hep tuhaf hikâyelere düştüm. Zaten Hezârfen’in hikâyesi de Çelebi’nin düşü değil miydi? Zamanın azizliği, on beş yıl böylece geçti.

Burada

“ eski bir şarkı belki bir şiir ” İzmir’in ayazında evvelki yazgılardan ismimi sildim seni tanıdım ama hatırlayamadım senlerin içinde seni ayıramadım İzmir’de ısıtmaz güneş yanımda azalırken bir çınarın gölgesi karşımda cumartesinin eksiği karagöz oyunlarının gölgesi çelebinin rüyası hezârfenin düşüşü hacıvatın kibirli sessizliği birinci yalnızlığımdan arda kalan yeni veliahtların masaya düşen gölgesi şairlerin eski ahitleri cümle hataların güncesi benim yarınım benim dünüm yanaklarım bileytaşı temel temelsiz direklararası böyle yıkılmaz (yalnız bu şarkı kırmızıdır çabuk çarpar şimdiden şehla bakıyor gözlerin) İzmir şehrim işim resim yazmaktır Sen miydin belkahveden bir yazıyla indiğim senin yüzünden seninle gözlerin sizli tafsilatını bilmiyorum tanrım bilir taksiratımı ve sakallarımı ben hatıralara inanmıyorum barikatlara ve dağlara da amentüsü inkar olan o kadın sen miydin belma sebil miydi eski birşey maalesef aklımda hergün hakikat şarkısının eksik notası (Dün bir gün seni de gördü...