Ana içeriğe atla

Fotoğraf yazısı.

Bir günün akşamı çöktü suya toprağa ve havaya, her akşam tekrarlanan, ama kadri bilinmeyen cemreler olarak. Akşam bir günün güzüdür, efkârı her yere çöker bir saat kadar. Sonra gece olur, sonra devreden herşey devretmeye devam eder. Küçüğünden büyük rüyayaya her sabah uyanırız, bahardır. Her akşam güzdür. Gündüz yazdır öyleyse, gece ise kıştır. Günler döner, sonra mevsimler döner su kadar yalın. Zaten zaman nedir?

Bugün ben fotoğraf çektim. Anları kağıt üzerinde yazdım bu güne dek, ama yüzleri yitirmemek üzere fotoğraf çekmeyi ihmâl ettim çoğu zaman. Bugün ise anlamını bilmesem de onca fotoğraf çektim. Sonra fal üzerine konuştuk yeni gördüğüm yüzlerle. Bir yüze diğerlerinden fazla baktım, ne zamandır yarım hâlde bir köşede kalmış hikâyeyi okur gibi baktım. Sonra yazdım: "gelecekten çok geçmişle ilgili bir fal -yüzünde bir hikâye var, okuyabildiğim kadarıyla-"

Ben yazmayı bilmiyorum aslında bunu iyice öğrendim. Yüzlerinde hikâye okuduğum kadınları kağıda geçiriyorum. Fotoğraf yazıyorum da denilebilir. Ama fotoğrafta olmayanları yazıyorum, bir eksiği tamamlıyorum. Kendimi tamamlıyorum yazdıkça o kadınları, hikâyesiz zamanlarda hep eksiğim.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

On beş.

Bu bloga yazmaya, dile kolay, on beş sene önce bugün başlamışım. Demek ki bu bloga yazarak büyümüşüm. Zaten, kendi güncelerim gibi, öncelikle kendim için yazdım buraya; bu yüzden de okunup okunmadığını umursamadan, zaman zaman büyük aralıklarla da olsa, daima yazdım. Yaşadığım hikâyeler, yazdıklarımdan tuhaf olduğundan; yazdıklarım yaşadıklarıma, yaşadıklarım yazdıklarıma karıştı. Okurlarım on beş yıl boyunca daima az oldu; ama en güzeli, buraya yazdıklarım, daima bu blogun okurları oldular.  Bu bloga yazarken büyüdüm. Pek çok şey umduğum gibi olmadı, pek çok şey öğrendim. Ne yazık ki, bazen kayıplardan öğrendim. Düşe düşe yazdım, düşe kalka yaşadım; düştüğüm yerden daima kalktım. Hayır, tek başıma kalkmadım. Hep, rahmetli babamın, sevgili ailemin, değerli dostlarımın destekleriyle kalktım. Hezârfen inadıyla, daima Üsküdar’a varmayı umdum. Hep tuhaf hikâyelere düştüm. Zaten Hezârfen’in hikâyesi de Çelebi’nin düşü değil miydi? Zamanın azizliği, on beş yıl böylece geçti.

Burada

“ eski bir şarkı belki bir şiir ” İzmir’in ayazında evvelki yazgılardan ismimi sildim seni tanıdım ama hatırlayamadım senlerin içinde seni ayıramadım İzmir’de ısıtmaz güneş yanımda azalırken bir çınarın gölgesi karşımda cumartesinin eksiği karagöz oyunlarının gölgesi çelebinin rüyası hezârfenin düşüşü hacıvatın kibirli sessizliği birinci yalnızlığımdan arda kalan yeni veliahtların masaya düşen gölgesi şairlerin eski ahitleri cümle hataların güncesi benim yarınım benim dünüm yanaklarım bileytaşı temel temelsiz direklararası böyle yıkılmaz (yalnız bu şarkı kırmızıdır çabuk çarpar şimdiden şehla bakıyor gözlerin) İzmir şehrim işim resim yazmaktır Sen miydin belkahveden bir yazıyla indiğim senin yüzünden seninle gözlerin sizli tafsilatını bilmiyorum tanrım bilir taksiratımı ve sakallarımı ben hatıralara inanmıyorum barikatlara ve dağlara da amentüsü inkar olan o kadın sen miydin belma sebil miydi eski birşey maalesef aklımda hergün hakikat şarkısının eksik notası (Dün bir gün seni de gördü...