Ana içeriğe atla

Bir rüyanın tamamladığı yazı.

...herşey eskiyor bu sokaklarda, yazmaya dair umudum ve kulağımda gözümde elimde ve yüzümde izi kalan bir notann dışımda. Bu sokaklar benim sokaklarım, kendi aklımda yürüyüp durduğum. Yalnızlığı kendinden menkul. Eskimeyen şeylerin peşindeyim, yaşanılan hikâyeye yazma borcumun

-bir başağrısıyla burada kesildi dün bu yazı benim bir başı ve sonu da yoktu yazabileceğim. Bir oyun olarak üç noktayla başlamıştım, şimdi başka bir akşam geceye eriyor, elimizde kalan...

Belki de yazılması gereken ve olmayan bir yazının ortasıydı, başsız sonsuz. Bir de birkaç dize ile bitirmeliydim, ama hangisi?

*

-on altı gün ve gece önce bir soru işaretiyle bırakmışım yazıyı, bu akşam yeniden yazıyorum. Bu sabah, iki yıldan sonra, rüyamda bir nota gördüm. Biricik notamı gördüm ve uyandım. İki buçuk yılı bir tek gün olarak, bir rüya olarak yaşamıştım, sonra uyanınca balıksız bir denize dönüşmüştüm, öylece manasız. Çiçekler kör olsun, kendime mana uydurdum el yordamıyla, sonra onu da yitirdim; bir şimşeğin göğü yalaması kadardı ancak gelir geçer bir ışığın yansıması. Vienna'nın kapıları çarpılmaktan yorulsun, bu sene ne bir ses ne bir ışık; ancak canbazlıkla geçti zamanım. Ne ateş yuttum, ne ip üzerinde yürüdüm, ama yaşadım böylece canbaz oldum, kendi sıradan hikâyemle.

Bu sabah rüyamda leylîyi gördüm. 

Bir terzinin duasıydı, terzi leylâyı kaderi sanmıştı vakti zamanında, saftı, bıyığından utanmazcasına çocuktu. Yanılmıştı. Sonra bir kör kedi oldu, sonra zihnin bilinmez sokaklarında kayboldu. Bir masal yaşamıştı, âli cengiz oyununda  kendine yenilmişti, yenilgisinden bir kedi olarak uyandı yine.

Re, kedilerden korkardı.

Birkaç dize, hangisi olduğunu on altı gün sonra artık biliyorum. Gözlerinin ta içine okuduğum Karakoç'tan, başka dizeler. 


***

"Beni yeraltı sularına karşı iyi savun 
Tırnağını taşa sürten yitik keçilere karşı 
Bu çeşmenin üç köşesinden hangisinden su içecek 
Senin bahtsız ve mesut Eyyub'un 

Atların en güzel biçimini sessizce kalbime indiriyor 
İçimde İstanbul çalkanırken bozbulanık çeşme 
Bir dans için can vermeğe hazır bekliyorum 
Sen orda gelirayak kuklalara insan gibi konuşmasını öğretme 

Su akıyor birikiyor kan lekeleri 
Kurtulsam diyorum bir eser buna engel 
Öyle büyüyor öyle çoğalıyorsun 
İstanbul kalmıyor 

Hangi köşesinde huzur o köşesinde sen 
Hangi köşesinde yeni çağlara uygun odalar 
Ben bölünmez bir şairsem 
Sen bölünmez bir anne
Bir çeşme"

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Burada

“ eski bir şarkı belki bir şiir ” İzmir’in ayazında evvelki yazgılardan ismimi sildim seni tanıdım ama hatırlayamadım senlerin içinde seni ayıramadım İzmir’de ısıtmaz güneş yanımda azalırken bir çınarın gölgesi karşımda cumartesinin eksiği karagöz oyunlarının gölgesi çelebinin rüyası hezârfenin düşüşü hacıvatın kibirli sessizliği birinci yalnızlığımdan arda kalan yeni veliahtların masaya düşen gölgesi şairlerin eski ahitleri cümle hataların güncesi benim yarınım benim dünüm yanaklarım bileytaşı temel temelsiz direklararası böyle yıkılmaz (yalnız bu şarkı kırmızıdır çabuk çarpar şimdiden şehla bakıyor gözlerin) İzmir şehrim işim resim yazmaktır Sen miydin belkahveden bir yazıyla indiğim senin yüzünden seninle gözlerin sizli tafsilatını bilmiyorum tanrım bilir taksiratımı ve sakallarımı ben hatıralara inanmıyorum barikatlara ve dağlara da amentüsü inkar olan o kadın sen miydin belma sebil miydi eski birşey maalesef aklımda hergün hakikat şarkısının eksik notası (Dün bir gün seni de gördü...

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

On beş.

Bu bloga yazmaya, dile kolay, on beş sene önce bugün başlamışım. Demek ki bu bloga yazarak büyümüşüm. Zaten, kendi güncelerim gibi, öncelikle kendim için yazdım buraya; bu yüzden de okunup okunmadığını umursamadan, zaman zaman büyük aralıklarla da olsa, daima yazdım. Yaşadığım hikâyeler, yazdıklarımdan tuhaf olduğundan; yazdıklarım yaşadıklarıma, yaşadıklarım yazdıklarıma karıştı. Okurlarım on beş yıl boyunca daima az oldu; ama en güzeli, buraya yazdıklarım, daima bu blogun okurları oldular.  Bu bloga yazarken büyüdüm. Pek çok şey umduğum gibi olmadı, pek çok şey öğrendim. Ne yazık ki, bazen kayıplardan öğrendim. Düşe düşe yazdım, düşe kalka yaşadım; düştüğüm yerden daima kalktım. Hayır, tek başıma kalkmadım. Hep, rahmetli babamın, sevgili ailemin, değerli dostlarımın destekleriyle kalktım. Hezârfen inadıyla, daima Üsküdar’a varmayı umdum. Hep tuhaf hikâyelere düştüm. Zaten Hezârfen’in hikâyesi de Çelebi’nin düşü değil miydi? Zamanın azizliği, on beş yıl böylece geçti.