Ana içeriğe atla

Şiirin neden öldüğüne dair bir koşuşturma.

Beni yeniden yazmaya çağıran M'ye.

elim değince dilim şiirleniyor- ama şiir öldü. elim değince şiire yahut gözüm değince maktuba -ve şiir öldü. öldürüldü- hakikat. şiir kendisiyle ölmezdi, kendisini öldürmezdi. oysa beni şair kılacaklardı reddedişleriyle. keşke ölmeden doğabilseydim- ölümsüz kalsaydım. ölümsüz kılsaydım

reddedilmenin hemen her türlüsünü bilirim- sandıkça yanılıyorum ve yenilerini öğreniyorum- kalbinin üzerine basılıp ezilmiş hissiyle uyanmanın acısını.

beni şair kılacaklar ve şiir karşısında kalemim kıldan ince- lâkin

evet evet şiir öldü. öldürüldü- sanırım şiir okumayan kadınlar yüzünden. ama, yüzleri ne güzel- öldüğü yerden doğurtur şiiri yeniden- baharın içinde bir güz doğururlar- ince bir kalp ağrısı nakkaş inceliğinde.

*

elim değince rüzgâra gözüm şiirlendi -ve lâkin umut öldü. kaçıncı cinayet bu- üzerine basıldıkça baş kaldıran bir naif umudun üzerine bütün güçleriyle basıyorlar -şiir nasıl ölmesin?


taş olsa çatlar sizin yüzünüzden- yüzün ne güzel.







Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

On beş.

Bu bloga yazmaya, dile kolay, on beş sene önce bugün başlamışım. Demek ki bu bloga yazarak büyümüşüm. Zaten, kendi güncelerim gibi, öncelikle kendim için yazdım buraya; bu yüzden de okunup okunmadığını umursamadan, zaman zaman büyük aralıklarla da olsa, daima yazdım. Yaşadığım hikâyeler, yazdıklarımdan tuhaf olduğundan; yazdıklarım yaşadıklarıma, yaşadıklarım yazdıklarıma karıştı. Okurlarım on beş yıl boyunca daima az oldu; ama en güzeli, buraya yazdıklarım, daima bu blogun okurları oldular.  Bu bloga yazarken büyüdüm. Pek çok şey umduğum gibi olmadı, pek çok şey öğrendim. Ne yazık ki, bazen kayıplardan öğrendim. Düşe düşe yazdım, düşe kalka yaşadım; düştüğüm yerden daima kalktım. Hayır, tek başıma kalkmadım. Hep, rahmetli babamın, sevgili ailemin, değerli dostlarımın destekleriyle kalktım. Hezârfen inadıyla, daima Üsküdar’a varmayı umdum. Hep tuhaf hikâyelere düştüm. Zaten Hezârfen’in hikâyesi de Çelebi’nin düşü değil miydi? Zamanın azizliği, on beş yıl böylece geçti.

Burada

“ eski bir şarkı belki bir şiir ” İzmir’in ayazında evvelki yazgılardan ismimi sildim seni tanıdım ama hatırlayamadım senlerin içinde seni ayıramadım İzmir’de ısıtmaz güneş yanımda azalırken bir çınarın gölgesi karşımda cumartesinin eksiği karagöz oyunlarının gölgesi çelebinin rüyası hezârfenin düşüşü hacıvatın kibirli sessizliği birinci yalnızlığımdan arda kalan yeni veliahtların masaya düşen gölgesi şairlerin eski ahitleri cümle hataların güncesi benim yarınım benim dünüm yanaklarım bileytaşı temel temelsiz direklararası böyle yıkılmaz (yalnız bu şarkı kırmızıdır çabuk çarpar şimdiden şehla bakıyor gözlerin) İzmir şehrim işim resim yazmaktır Sen miydin belkahveden bir yazıyla indiğim senin yüzünden seninle gözlerin sizli tafsilatını bilmiyorum tanrım bilir taksiratımı ve sakallarımı ben hatıralara inanmıyorum barikatlara ve dağlara da amentüsü inkar olan o kadın sen miydin belma sebil miydi eski birşey maalesef aklımda hergün hakikat şarkısının eksik notası (Dün bir gün seni de gördü...