Ana içeriğe atla

Bir haymatlos böcek.

Beni yeniden yazmaya çağıran M'ye. Son defa.

"Kelimelerle rengi şafak-âlud çiçekler yazarım ben sana, yüzüne benzer, yüzün ne güzel. Ben kelime işçisiyim, bir çiçek yazarım, bir gök dikerim, bir takı düşlerim. Bir şehir yazarım, bir şehre koşarım, kendimi yitiririm seni bulmak üzere. Seni bilmek üzere unuttum ne biliyorsam."

Böyle başlamıştım yazmaya, sonra birşey oldu. Bazen sokaklar bir yere çıkmaz yani sonsuza gider, rüya yahut kabuslarda olduğu gibi. Yine de yürürsünüz. Bir yere kadar. Bazen şehirler yurtsuzdur, bazen sokaklar yersizdir.

"Kelimerle çiçekler yazmayı bilirim ben, ama bazen de çiçekler kelimelerin yerine geçer."

Böyle de bir kısa yazı vardı, küçük bir kağıtta yazacaktı. Olmadı. 

Yazgısı olan hikâyedir yazmıştım, yalan değildi. Yazar edilgendir yazmıştım, yazar yalnızdır. Hikâye ortasında yarım kalır.

Bir rüya görürsünüz ya, beş yıl öncede kalması gereken bir kadın karşınızdadır, hep sabah olur o rüyanın ortasında. Uyanırsınız. Yüreğinizde bir sızıyla.

Geceye uyandım, devcileyin bir böceğe dönüştüm muhakkak. Kendimi yitirdim, evet, yarım kalan yazıda yazdığı üzere, ama seni bulamadım. Kendimi yakıştıramadım sana. Kendimi yiyorum.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

On beş.

Bu bloga yazmaya, dile kolay, on beş sene önce bugün başlamışım. Demek ki bu bloga yazarak büyümüşüm. Zaten, kendi güncelerim gibi, öncelikle kendim için yazdım buraya; bu yüzden de okunup okunmadığını umursamadan, zaman zaman büyük aralıklarla da olsa, daima yazdım. Yaşadığım hikâyeler, yazdıklarımdan tuhaf olduğundan; yazdıklarım yaşadıklarıma, yaşadıklarım yazdıklarıma karıştı. Okurlarım on beş yıl boyunca daima az oldu; ama en güzeli, buraya yazdıklarım, daima bu blogun okurları oldular.  Bu bloga yazarken büyüdüm. Pek çok şey umduğum gibi olmadı, pek çok şey öğrendim. Ne yazık ki, bazen kayıplardan öğrendim. Düşe düşe yazdım, düşe kalka yaşadım; düştüğüm yerden daima kalktım. Hayır, tek başıma kalkmadım. Hep, rahmetli babamın, sevgili ailemin, değerli dostlarımın destekleriyle kalktım. Hezârfen inadıyla, daima Üsküdar’a varmayı umdum. Hep tuhaf hikâyelere düştüm. Zaten Hezârfen’in hikâyesi de Çelebi’nin düşü değil miydi? Zamanın azizliği, on beş yıl böylece geçti.

Burada

“ eski bir şarkı belki bir şiir ” İzmir’in ayazında evvelki yazgılardan ismimi sildim seni tanıdım ama hatırlayamadım senlerin içinde seni ayıramadım İzmir’de ısıtmaz güneş yanımda azalırken bir çınarın gölgesi karşımda cumartesinin eksiği karagöz oyunlarının gölgesi çelebinin rüyası hezârfenin düşüşü hacıvatın kibirli sessizliği birinci yalnızlığımdan arda kalan yeni veliahtların masaya düşen gölgesi şairlerin eski ahitleri cümle hataların güncesi benim yarınım benim dünüm yanaklarım bileytaşı temel temelsiz direklararası böyle yıkılmaz (yalnız bu şarkı kırmızıdır çabuk çarpar şimdiden şehla bakıyor gözlerin) İzmir şehrim işim resim yazmaktır Sen miydin belkahveden bir yazıyla indiğim senin yüzünden seninle gözlerin sizli tafsilatını bilmiyorum tanrım bilir taksiratımı ve sakallarımı ben hatıralara inanmıyorum barikatlara ve dağlara da amentüsü inkar olan o kadın sen miydin belma sebil miydi eski birşey maalesef aklımda hergün hakikat şarkısının eksik notası (Dün bir gün seni de gördü...