Ana içeriğe atla

Dikey ve yatay mutsuzluk.

" (...) Yazık sevgime diyor birisi/ Güzel gözlü bir çocuğun bile/ o kadar korunmuş bir yazı yoktu/ Ne denmelidir bilemiyorum/ sevgim acıyor/ Gemiler gene gelip gidiyor/ Dağlar kararıp aydınlanacaklar/ Ve o kadar (...)"

Mesele biraz da bu. Bu olmalı. Olacağından fazlasını beklememek. İnsanım, bekliyorum. Umut ediyorum. Yanılıyorum. Mutlu olabileceğim yanılgısına her düştüğümde, sonra bu mutsuzluğa geri döndüğümde ilk olarak çöküyorum. Sonra alışıyorum. Karanlığa alışmak kadar. Kolay, hem de zor. Meselem bu benim. Mutsuzluk. Yaradılışım. İnsan yaradılışına karşı hareket etmemeli. Ama, insanım. Aşık oluyorum. Dört mevsim güzün neresinde olursa olsun bir bahar açıyor. Bir çiçek. Karanlığa, karanlığıma inat öylece beyaz. Kaldırımların arasında fışkıran insanı hem sevindiren hem hüzünlendiren o çiçekler gibi. Kadar. Ama, eziyorlar. İsteyerek değil, bilmeden. Kaldırımda yürürken bilmeden ezdikleri o çiçekler kadar. Sanırım bu bazen olabiliyor.

Sonra kendime dönüyorum, bir yadırgıyorum ilk olarak. Bir bebeğin yeni girdiği dünyayı yadırgaması gibi. Ama, böylece naif değil. Bölünerek, kendimi yiyerek, çürüyerek yadırgıyorum. Yazıyorum sonra, yazmayı öğrendiğimden beri yaptığım, mecbur olduğum üzere. Üstadın dediğini yazmayacağım, hayır, çıldırmak da değil mesele. Yaşamak için. Su gibi. Su kadar. Çiçekler ve insanlar suya ihtiyaç duyuyorlar ya, öyle. O kadar. Yazarken de su gibi yazıyorum böyle olunca, durmadan düşünmeden. Nefes alır gibi ve sanki iki nefes arasında. Alışıyorum yazdıkça, ellerim bunlar diyorum, gözlerim burada diyorum. Benim hayatım bu diyorum. Hayat bize ne sunarsa sunsun sevdiğimiz şeyleri yapmaktan vazgeçmemek gerek.

Sevdiğim şeyler arasında yazmak var mı hiç düşünmeye fırsatım olmuyor, sevdiğim kadınların arkasından yazarken. Yazmayı seviyorsam, yaşamayı seviyor olmam gerekiyor. Günleri akşamlara bağlamaktan başka bir amacım olmadığını düşünüyorum bazen, bazı an bir kedi olsaydım eğer herhalde severdim diyorum yaşamayı. Kimi zaman ise seviyorum, beni seven birkaç insanın arasındayken. Yaşayabilseydim, yazar mıydım hiç şiir, diyen başka bir üstadın denkleminde hep bir bilinmezim ben. Ne yaşayabildim, ne de şair olabildim. Hiçbirşey olamamanın sonucunda bir yalnız kaldırım çiçeği oldum. Ezdiler. Ellerine sağlık.

Geriye güz kaldı.

"(...) En başta mutsuzluk elbet/ Kasaba meyhanesi gibi/ Kahkahası gün ışığına vurup da/ ötede beride yansımayan/ Yani birinin solgun bir gülden kaptığı firengi/ Öbürünün bir kadından aldığı verem/ Bütün işhanlarının tarihçesi/ Bütün söz vermelerin tarihçesi/ sevgim acıyor (...)"

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

10 Mayıs 2024

Bugün, Ramada Kemalpaşa Otelinde, İzmir Büyükşehir Belediyesi başkanı sayın Dr. Cemil Tugay ve Kemalpaşa  Belediyesi başkanı sayın Mehmet Türkmen beyefendiler ile Kemalpaşa sanayisi ve yapılabilecekler üzerine bir toplantıdaydık. Cemil başkan konuşurken, bir anda iki yıl önce o anlarda babamı son defa gördüğümü hatırladım. Sonra, 11 Mayıs 2022 günü saat 02:59'da çaldı telefonum; babam hasta değildi artık, ben de çocuk değildim. Hemen ertesi günü, işyerine uğramak zorunda kaldım. Babamın kredi kartı ödemesi vardı; o olmasa da, kart ödemesi vardı ve ödemek için de buraya gelmeliydim. Buraya yazıyorum, çünkü bu satırları da yine işyerindeki odamda yazıyorum. Kapıdan ilk içeri girdiğimde, her şey çok büyük gözüktü bir anda gözüme. Sanki yeniden altı yaşımda fabrikaya gelmişim gibi, küçülmüştüm. O yalnızlığı öylece duydum, o anda anladım. Yine de "büyümem" lazımdı, hem de bir gün öncesinden, 10 mayıs 2022'den çok daha fazla büyümem lazımdı; çünkü artık "Yılmaz beyin o...

On beş.

Bu bloga yazmaya, dile kolay, on beş sene önce bugün başlamışım. Demek ki bu bloga yazarak büyümüşüm. Zaten, kendi güncelerim gibi, öncelikle kendim için yazdım buraya; bu yüzden de okunup okunmadığını umursamadan, zaman zaman büyük aralıklarla da olsa, daima yazdım. Yaşadığım hikâyeler, yazdıklarımdan tuhaf olduğundan; yazdıklarım yaşadıklarıma, yaşadıklarım yazdıklarıma karıştı. Okurlarım on beş yıl boyunca daima az oldu; ama en güzeli, buraya yazdıklarım, daima bu blogun okurları oldular.  Bu bloga yazarken büyüdüm. Pek çok şey umduğum gibi olmadı, pek çok şey öğrendim. Ne yazık ki, bazen kayıplardan öğrendim. Düşe düşe yazdım, düşe kalka yaşadım; düştüğüm yerden daima kalktım. Hayır, tek başıma kalkmadım. Hep, rahmetli babamın, sevgili ailemin, değerli dostlarımın destekleriyle kalktım. Hezârfen inadıyla, daima Üsküdar’a varmayı umdum. Hep tuhaf hikâyelere düştüm. Zaten Hezârfen’in hikâyesi de Çelebi’nin düşü değil miydi? Zamanın azizliği, on beş yıl böylece geçti.