Ana içeriğe atla

Yenilgi günceleri.


Sıfır:

Aziz Istanbul yolundayım. Umduğum gibi değil, ama bu yüzden aşina olduğum üzere. "Beni yeniden yazmaya çağıran M'ye" gitmiyorum. Yokluğuna gidiyorum, üstelik o şehirde olsa da, olmasa da. İstanbul alır beni koynuna, o almasa da.

Ne güzel bir isim. Sadece M. değil, "beni yeniden yazmaya çağıran M." Zaten bu yüzden yazıyorum, bu yüzden şehirden kaçıyorum, bu yüzden yitiriyorum onu, üstelik gittiğim şehirde olsa da, kaçtığım şehirde olsa da. Artık "ben bir şehre geldiğim vakit/ o başka bir şehre gitmese" dizelerinin altını tükenmezle çizdim. Her şehirde yeniden yitireceğim, elimden kaçacak. Umut yitince, bir imgeye dönüşüyor artık. Sözlükte bir kelime, alfabede bir harf. Niyetim bu değildi, niyetim kötüydü ve güzeldi. Bu yüzden.

**

Bir:

Pera'da, Avam Kahvesi'nde oturuyorum. Bir tuhaflık var üstümde. Buradayım, ama bir rüyada gibi hissediyorum. Olmadığını bilerek. Sarhoş olduğum zamanlardaki gibi, ama ayığım. Bağlar gazozu içiyorum.

Bir fotoğrafına bakıyorum. Orada kim bilir kime gülümserken, şimdi karşında ben varım. O beni görmese de, bana gülümsediğine yanılıyorum. Öyle olmadığını bilerek. Sarhoş gibi.

*

"Hem geç kalmış, hem de erken olmuş mektupların yazarı benim" yazmışım bir mektupta ona. Zaten bu yüzden yerimde duramıyorum, zaten bu yüzden hiç mutlu olamıyorum. Ne yaparsam yapayım, ya geç ya da erken. Geç kalmasaydım, yahut erken yazmasaydım ona ilk mektubu birşey farkeder miydi? Hayır. Herhalde hayır.

Bir fotoğraf kamerasına baktığı gibi bana bakmayacaktı. Yalan da olsa. Çünkü yalandır kameraya atılan bakış. Kendince en güzel bakışınla bütün dert ve tasadan azade, sanki bu dünyada yaşamıyormuş gibi bakarsın. Sanki görünce herşeyi unuttuğun birine bakar gibi bakarsın. Bana öyle bakması için ümitvârdım, yarım öyküler yazarıydım.

Ben ona öyle bakacaktım son defa. Bu şehre yüzüne, gözlerinin en içine bakmaya gelecektim. Pia'yı elimden kaçırmayacaktım bu defa. Bir harf, bir imge, bir hayal olarak bırakmayacaktım. Olmadı. Belki gölgesi kadar yakınım, belki çok uzaklara gitti, belki de kaçtığım şehre döndü, bilmiyorum. İki üç gün sonra geldim, umduğumdan. Aşina olduğum bir iklime; düşkırığına. Ruhumun evine, Pera'ya. Yine de haymatlos gibiyim. Yine de iki dizenin altını çiziyorum.

Unutmak diye birşey olmadığını her gün büyüyen bu büyük yangında yeniden öğreniyorum. Ruhumun sokaklarında pek çok ev yandı ve yanıyor. Bir çok sokak, yanında lambasıyla beraber yurtsuz kaldı ve bekliyor.

Yazmaya çağırdığı gibi şehrine de çağırsaydı beni, beni ruhumun evinde evsiz koymasaydı. Olmadı.

Yazmak kaldı bana. Çağırdığı ve umduğu üzere. Yazıyorum. Gerekli zamanım da var, işimden gücümden oldum. Yazıyorum.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi

Tekerleme.

Bir sabaha uyanamayan on binler hakkında yazıyorduk dünlerden bir gün, dün değilse evvelsi gün, her şey ne çabuk ölüyor burada. Oysa ölüm eskimez. Her şey ne çabuk eskiyor burada, oysa ölüm. Her şey olacağına varıyor. Bir yargıya vardık, yargı eskidi. Varlığımız da eskidi. Eksildik. Oysa ölüm eksilmez. Sonra askıya aldılar bildiğimiz sayıları. Yerine yeni sayılar verecekler sandık. Yeni bir yasayla, yeni yasaklar arasında bir ip gibi gerildik. İp üstünde bir canbaz, bazı yasaklar üzerine bir söylev söyledi. Siyahın aslında siyah olmadığını, sadece beyaz olmayan bir renk olduğunu iddia etti. Bizim memlekette siyaha siyah denir demeliydi Can Yücel, ne yazık ki ölmüştü. Siyaha yakın bir renk, diyebiliyordu ancak yaşayan bazı şairler çekinerek. Diğerleri ölmüştü. Oysa ölüm, doğumun bir sonucuydu sadece. Sürünmekten korkuyordu insan. Elsiz ayaksız bir yeşil yılan değildik ki biz. Yalan olmasın. Sürünmekten, sürülmekten ve yüzümüzü demirlere sürümekten de korkuyorduk. Biz. Hep bir hallı, Tur