Ana içeriğe atla

Yenilginin geriye kalan tüm günleri ve akşamları.

Milattan önce yazdığım son yazıya, "doğrusunu isterseniz, doğrusunu ben de bilmiyorum" yazarak başlamışım. Bilmemek neymiş, onu da yeni öğrendim. Hayat boyu öğrenmeye devam etmeli insan, yenilmenin yenilerini, yitirmenin yollarını. Bildiğim tek şey bir halt bilmediğimdir bilgeliğine ulaşana dek öğrenmeli insan.

Öğrennmek bitmiyor hayat boyunca, okul bitse bile. Dirseklerimi okul sıralarında çürüttüm ben, yüz yıl okudum sanıyorum, neredeyse yunanca alfabeyi sökecek kadar. Yunanca alfabede harfleri sevdiğim kızlara benzetecek kadar. Birisi vardı mesela, betaya benzetirdim. Nasıl benzer bir güzel betaya? Zarif gelirdi bana, sevimli. Zamanında yazmıştım, betaya benzediğini değil, ama onu. Herşey biter, okul da (okul bile) bitti. İş başladı, "doğrusunu isterseniz, doğrusunu ben de bilmiyorum" yazdım, sudan çıkmış balıktım.

Kendimi değiştirmeyi denedim, ne diyordu İsmet Özel; "yaşayabilseydim yazar mıydım hiç şiir?" Dedim ki, yaşayabilmek için yazmamalıyım. Eşitliğin bir tarafı yazmak bir tarafı yaşamaksa, yazmayanlar yaşıyordur sandım. Yazmadım.

Yazgı. Evet evet, yazgı. Bir kafede kahve içerken betaya benzettiğim kıza mesaj attım yıllardan sonra. Sonra karşımdaydı, sonra gidiyordu. Son cümlelerimizi söylüyorduk ayak üstü, eskiden yazdığımı söyledim. Yeniden yazmaya çağırdı beni.

Eğreti kurulmuş bir yeni düzeni bozdu. Zannımca bir anarşistti ve yerine yenisini de koymadan gitti. Gitti yazmak ne kadar doğru, o zaten yoktu. Ama, olsun istedim. yalan yok, günden güne artan bir istekle, güçlenen bir arzuyla ve yenilmekten yılmadan yazdım ve bekledim. Hem geç kalmış, hem de erken olmuş bir çağrıydı benim ki ve korkarım geç veya erken de olmasa zaten olmayacaktı. Beş yıl önce olmadı, bugün olmadı, bin yıl sonra da olmayacaktı.

Çünkü insanlar kendilerini böylece sevenleri her gün ağaçtan toplayabiliyorlar sanırım. Bir laf vardır ya, "sen elmayı seviyorsun diye elma da seni sevmek zorunda mı?" diye, sevginin karşılıksızlığı üzerine söylenir. Avuntudur. Sevilen kadınlar elma değildir. Her gün seni daha güzel yazmak için saatlerce düşünen, senin için her işini bırakıp yola düşmeye hazır olan elmalar her dalda sizleri beklemektedir. Siz öylelerini istemiyorsunuz zaten değil mi, pek tabii, haklısınız. Kendisini böylece seven bir adama her dalda bulabileceği alelade bir elma muamelesi yapanlar ise, muhakkak daha iyilerine layıktır. Kutsal olsun olmasın bir odun parçası ve yahut düpedüz bir çam yarması hakkınızdır. Allah müstahakınızı versin.

Böyle yazdığıma bakmayın, yine de müteşekkirim. Üzerinize afiyet biraz enayi olduğumu şu yedi yıllık blogumda herhalde anlamışsınızdır, ama müteşekkir olmamın tek sebebi o değil. Yazmanın benim için ne demek olduğunu yeniden hatırladım. Eski yazılarımı da elden geçirmeye başladım.


Gün içinde bir yandan işlere bakıyor, bir yandan yazı yazıyor, rahmetli Cem Karaca'dan bol bol dinliyor, kedilerle oyalanıyor ve kahve içiyorum. (Kedi ve kahve de var yazıda, güzel kızlara selam ederim.)

Ama, akşamları. Akşamları evvel de yazdığım üzere. "ve akşamları- allahın akşamları hep aynı bir orijinal altı suret- yalın yalnızlık- kanını siyaha çeviren kahveden bile koyu keder"

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi

sürgününü yitiren bir şairin ardından.

ey en eski kuytulara saklanan çocuk sevgilerinin aleniliği, en derin kuyuların karıncalanan karanlığı, ses uyumları, bıçaklar ve bütün balkonlar; bir şairin arkasından ne kalır? ey en büyük adamların ayakkabıları, koca binaların camekanları, en derin korkulardan fışkıran öfke, kulak aşinalığı, kılıçlar ve bütün kadınlar; bir şairin arkasından kim kalır? kendi makus talihini makaslarla kesen terzilerdir şairler ve hep büyük konuşur, her zaman büyük ölürler. *