Ana içeriğe atla

Ötekinin Hikâyesi

Quid rides?  Mutato nomine, de te fabula narratur.
Quintus Horatius Flaccus





“Güya buraya bir daha asla gelmeyecektim.”


Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesinde, bir Amerikan kahvecisinin tuvaletinin kapısında görmüştüm bu cümleyi. Hiç unutamadım. Çünkü o zamanlar bir hikâye üzerinde düşünüyordum, nereden başlamalıyım, nasıl yazmalıyım diye kendime soruyordum. Yıllarca çabaladım, aslında yıllarca kaçtım yazmaktan. Çünkü kalemi elime her aldığımda, kendimi bir daha gelemeyeceğim kadar güzel zamanlarda buluyordum ve bu yüzden de hatırlamamak için “bir daha gelmeyeceğim” deyip yazmaktan kaçıyordum.

Boşuna kaçıyordum aslında, bir daha gelmeyecek olsa da yaşanmış olması bile hayatımın geri kalanını değiştiren, güzelleştiren bir hikâye yaşadım.

Bir hikâyenin ilk cümlesi önemlidir. Okuru okumaya ikna etmeye ilk cümlede başlamalıdır yazar. İlk cümle, çarpıcı olmalı, etkileyici olmalı; akılda kalmalıdır. Bu hikâyenin başı benim için çarpıcıydı, tam anlamıyla, olması gerektiği gibi.

Ben bir notayı sevdim.

Ben bu hikâyede Re’yi yazacağım, bir notayı. Hikâye kendi kendime, “Re, sanki Bir nota kadar” dediğim anda başlıyor.

Benim için çarpıcıydı, yazıyorum, sanki bir anı anlatıyorum. Öykü nedir, anı nedir? Elcevap, öykü kurgudur, anı yaşanmıştır. Böyle, ama böylece kolay mı? Öyküde yaşanmıştan izler yok mudur? Bir anı ise anlatıldığında artık biraz kurgu değil midir? Güzel anı anlatan biri, iyi bir hikâyeci değil midir?

Aslında basit sorular soruyorum, biliyorum.

Ama, amacım hikâyemi anlatmaya bir giriş yapmak ve bu girişin sonunda başlayacak hikâye, bu soruların arasında o bulanıklıkta geçiyor. "Hayatımı yazsam roman olur" diyen adamların hakikatinde. Hakikat evet, herkesin hikâyesi var, neredeyse hepsi yazılmaya değer. Ama, yazmaya gelince bir sancı gerekiyor. İlham değil, sancı. Derin bir sancı. Yazmaya doğurmak demeyeceğim, hayır ve hayır, yazmak öldürmektir de yazmayacağım. Yazmak, yaşanma tutunma çabasıdır. En azından ben bundan yazıyorum. Yaşamımı anlamlandırmak için.

Kendimi ve yazmayı bildim bileli yazıyorum, lâkin bu hikâyede ben yazar değilim. Ben bir öykü kahramanıyım sadece, üç kişiden biriyim, üçüncüyüm. Ötekiyim. Yazıcıyım. Evet, bir hikâye yaşadım ben ve uzundu- iki buçuk yılda geçen bir günde yaşandı. Olağanüstü olduğunu yazacak değilim, ama öyküler de sıradanı, insanı ve alelade yaşamını anlatırlar. Bir hikâye yaşadım. Yazmayı bilen biri olarak hikâyeye borçlandım.

O akşamın üzerinden altı yıl geçti. Dün gibi, yazacağım sanıyorsanız, değil. Dün gibi değil. Bin yıl geçmiş gibi, hiç yaşanmamış gibi hatta. Neredeyse bir rüya gibi. Hikâye olması da bu yüzden, hem neredeyse hiçbir şey yaşanmadı, yazdıklarımın çoğu benim düşüncelerim, tek taraflı bakışım ve sizden saklamayıp yazdıklarım. Hem zaten Re'nin kendisi de ve yahut benim ona baktığımda gördüğüm kişi de gerçek gibi değildi, zamanüstüydü.

Altı yıl. Anlatmayı en sevdiğim akşam. Sağanak yağmurun çatıda uğuldadığı bir akşam, diye başlıyorum anlatmaya her defasında.

Yıllardır bunu yazmayı hayal ettim, sonra yazmaya başladım birden bire. Sonra, yazmaya başladıkça o günlere döndüm. Mutlu oldum, kendimi yeniden buldum, yazacağım sanıyorsanız, değil. Kimi yitirdiğimi hatırladım. Hayatımdaki büyük boşluğu yeniden fark ettim. Belki de yazmayı bilinçaltımda neden ertelediğimi anladım. Re'yi yitirdim ben. Re'ciğimi, biricik notamı. Hatırlıyorum, son aylarda, onu yitireceğimi anladığımda çok derin bir çaresizlik duyuyordum, anlamımı yitirecektim. Bir insan bir anlamı yoksa nasıl yaşar, diye düşünüyordum. Re'nin beni gördüğünde yüzüne yerleşen gülümseme olmadan, onu gördüğümde Ağustos'ta veya Aralık'ta içime doğan nevbahar olmadan ne yapacaktım?

İşte, oradayım. Korktuğum yerdeyim. Buradayım.

Ötekiyim. Üçüncüyüm. Attilâ İlhan’ın “Üçüncü Şahsın Şiiri”ni açıkladığı notu şöyle başlıyor.

“Aşk yakıcıdır ama karşılıksız aşk, kavurucudur. Bu dizeler karşılıksız bir aşkın anlatımıdır. Sevgilinin bir bakışı, bakışı bile değil sevgiliyle gözlerin karşılaşması bile sevenin dünyasını alt üst eder. Sevgiliye ait bütün ayrıntıları bilmek ister. Olur olmaz ayrıntılardan kendine mutluluklar, ümitler çıkarmak ister” yazmış şair. Üzerine bir şey yazmaya bile gerek yok.

Ama ben yazacağım. Çünkü bir hikâyem var ve aslında başka hiçbirşeyim yok.


1: BANK

(Mart’12)
Bir bankta oturuyorlardı, oradaydılar. Önlerinden geçecektim, kaçamazdım. İnsanları görmezden gelmeye de, insanlar tarafından görmezden gelinmeye de aşinaydım, ama bu defa kaçamazdım. Bankta oturan iki kişiden delikanlıyı tanımıyordum aslında, ortak birkaç arkadaşımız vardı sadece. O ortak arkadaşlardan birisi de yanında oturuyordu, bir defa görenin rüyasına girmesini dileyeceği masum yüzüyle sevgilisi.

Ama, onlardan kaçamamamın nedeni, genç ve güzel kız değil, yanında aslında tanımadığım delikanlıydı. Sadece adını biliyordum ve başıma ne geldiyse adını bilmem yüzünden gelmişti.
Kafeteryadan çay alacaktım, sırada bekliyordum, bir yandan da ne yapacağımı düşünüyordum. Delikanlının adını biliyordum bir tek, orada yanında oturan sevgilisi söylemişti. İki ders arasında bir boşlukta, “boğaz meselesini” halletmek üzere bir lokantaya yürürken, arkamdan adımı seslenmişti. Aslında iki hece olan adımı, tek hecede, tek nefeste, kendimi bildim bileli duyduğum adımı, dünyanın en güzel kelimesine çevirerek seslenmişti. Delikanlının yanına gidiyordu, öyle demişti, ayaküstünde birkaç kelime konuştuk. Rusça öğreniyormuş, delikanlıyı da bizim üniversitede bir kursa yazdırıyormuş. Ne güzel, demiştim, Çince ve Arapçayla beraber ileride en çok ihtiyaç duyulacak dillerden biri demiştim. Çevremde herkes ne yapacaksın Rusçayı diyor, böyle düşünmene çok mutlu oldum, demişti. Sevinmişti.

Evet, âşıktım ona.

Sağanak yağmurun amfinin teneke çatısında uğuldadığı 16 aralık 2010 akşamında, ileri matematik dersinde araya çıktığımızda onu bir arkadaşıyla beraber konuşurken gördüm. Hayır, ilk görüşüm değildi, ama hayatımda ancak birini, bir defa öyle görebileceğim. “Çarpılmak” dedikleri herhalde bu, öyle olmalı. Bir keman sesi duyduğumu hatırlıyorum, kulaklarımda uğulduyordu. Onu izliyordum, sarsılıyordum. Bin volt. Aklımda bin kelime dönüyordu. “Re, sanki. Bir nota kadar.” dedim, onu tanımıyordum. Adını bilmiyordum, ama yüzünde Re’yi gördüm. Onu “Re” diye yazdım, adını aylar sonra öğrendiğimde bile benim için Re’ydi. Altı yıl sonra, bugün hâlâ onu ismiyle değil de, benim verdiğim ismiyle hatırlıyorum.

Ne yazık, sevgilisi olduğunu fark etmem, adını öğrenmem kadar uzun sürmedi.
Sevgilisiyle beraber oturuyordu bir bankta sevdiğim kız. Kuyruk bitmişti, kafeteryadan çayımı alıyordum. Düşünüyordum, ne yapabilirim; ama ne düşünecek ne yapacak bir şey vardı. Görmezden gelemezdim, alternatif bir yol da yoktu gidebileceğim. Dönecek ve önlerinden geçecektim. Beni gördüklerini biliyordum. Bir yanlışlık sonucu delikanlının arkadaşaydım. Kaçamazdım. Derin bir nefes aldım.

Re’nin adını vurulduktan beş ay sonra, bahar döneminin son final sınavında arkamdaki sıraya oturunca öğrendim. O aralık akşamında ona çarpıldıktan sonra, sevgilisi olduğunu ertesi gün fark etmiştim. O zaman karar vermiştim, yapılacak bir şey yoktu. Ne onu ne de çevresinden birini tanıyordum zaten ve herhalde tanımayacaktım. Adını bile öğrenmemeye karar verdim, kendi içimde yaşayacaktım ve zamanla unutacaktım. Karşılaştığımızda, ufak bir tebessümle birbirimize baş selamı veren iki yabancıydık, aylar öylece geçiyordu. Final sınavında, yoklama kağıdı arkadan öne geliyordu ve neredeyse yanlışlıkla adını öğrendim. Sınav bitti, dönem bitti, sadece adını bildiğim ve bir isim verdiğim, bir de sevgilisi olduğunu bildiğim bir güzele vurgun ve ona bir yabancı olarak okuldan ayrıldım.

Yaz tatili pek uzun sürmedi, pek çok dersten kalmıştım ve üç tanesini yaz okulunda almam gerekiyordu. Temmuz sıcağında okula döndüm. Üç dersimden birini doğrusal cebrin ilk dersini beklemeye başladım. Evet, evet, bir buçuk ay önce adını öğrendiğim, o güne dek iki kelime etmediğim Re geldi karşıdan. Beni gördü gülümsedi, yanıma geldi. Doğrusal cebrin, böylece güzel olduğunu doğrusu bilmiyordum. Konuşmaya başladık. İki ay önce sadece başıyla selamlaştığı bir yabancıydım arkadaşlarının arasında, ama her bölümden insanlarla dolu bu sınıfta, uzaktan da olsa tanıdığı bir adamdım ve tek kişiydim. Bu tesadüf olmasaydı, belki de hiç tanımayacaktım onu; çünkü sevgilisi olduğunu fark ettikten sonra onunla arkadaş olmaya değil de, ondan uzak kalmaya çalışıyordum ve o güne dek bir yabancı olarak bunu başarıyordum. Ama, o tesadüf bizi arkadaş kıldı.

Sevgilisiyle, bir tesadüf yüzünden değil bir yanlışlık yüzünden arkadaş oldum. Adını Re söylemişti ve ben dayanamamış, zamanla artan arkadaşlarımdan birinin facebook arkadaşları arasından bulmuştum. Profil fotoğrafı olarak, Re’yle bir fotoğrafları vardı. Allahın bildiğini kuldan saklayacak değilim, arada girip fotoğrafına bakıyordum.

Bir Pazar günü, arabalara ve hıza meraklı kuzenimle beraber bir yarış pistine, ehli küffarın “drag” dediği araba kaldırma yarışını izleme gitmiştik. Laf lafı açınca, ince meseleyi anlatmaya başlamıştım ve delikanlının facebook profilinde fotoğrafını gösterdim.

Bu hikâye bana hep, eski zamanlardan, altınçağdan, şairlerin-yazarların devrinden kalma bir hikâye gibi gelir. Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sında Raif efendinin defteri 1933’te başlıyorsa, bu hikâye de ancak o zamanlarda yaşanabilirdi diye düşünürüm. Ben yazıyor olsaydım bu zamanda yazardım bu hikâyeyi. Çünkü, günümüz böylece naif hikayelerin zamanı değil.

Amma ve lâkin ancak ikibinonlarda yapılabilecek bir yanlışlıkla gelişti bu hikâye, bir dokunmatik ekran ve facebook yüzünden. Sevgilisini facebooktan arkadaş olarak eklemiştim. Üstelik saatler sonra, evde bilgisayar başında otururken, “arkadaşlık isteğimi kabul ettiği” bildirimini alınca fark etmiştim yaptığım hatayı. Geri alamazdım. O güne dek, iki kelime muhabbet etmişliğimiz yoktu, sadece Re söylediğinden adını biliyordum. Hiç tanımadığı, sadece uzaktan gördüğü kimseleri bile facebooktan ekleyen bir kimseydim artık. Kadınlarla ilgilenen bir erkeğin en azından, flörtleşmek amacıyla bir kadını böylece eklemesi bilinen ve yapılan bir şey olsa da, bir erkeği böylece eklemek sadece arkadaş listeni kalabalık tutmak için yapılan salakça bir eylem olarak duracaktı. Ama, onu arkadaşlıktan silersem; bunun tek anlamı olacaktı, profil fotoğrafına bakarken seni yanlışlıkla ekledim. Bu da, ya sevgiline ya da sana ilgi duyuyorum anlamına gelirdi, ikisi de bir değneğin pis uçlarıydı sadece. Bir salak olmayı kabul edecektim, artık hiç tanımadığı kimseleri facebooktan ekleyen bir adamdım. O akşam defterime, “acıklı derecede komik bir yanlış yaptım, bir el kayması, dünya hâlâ dönüyor” diye not almıştım. Kendime küfrediyor, bir yandan da gülüyordum.

Dünya dönmeye devam ettiği için, ertesi gün kafeteryadan çayımı aldım. Derin bir nefes aldım ve kaçışı olmayan bir şekilde ‘yeni arkadaşım’ ve sevgilisinin oturduğu banka doğru yürüdüm. Bin yıllık iki ahbabımı görmüş gibi gülümsüyordum, ayaküstü laflamaya başladık. Delikanlı başka bir kampüste, başka bir fakültede okuyordu, hazırlıktan tanışıyorlardı Re’yle ve o zamandan beri sevgiliydiler.


"Otursana" dedi Re, oturdum. Bir yanında delikanlı, bir yanında ben, ortada Re, bir bankta üç kişiydik. Dersten, okuldan lafladık, sanki hergün burada oturup konuşuyormuşuz gibi, suyun akışı kadar doğal ve yalındı. Delikanlı da, hiçbirşey sormadı. Ortamızda oturan, benim biricik notam, onun sevgilisi, gülüyor ve birşeyler anlatıyordu.

Atillâ İlhan, “üçüncü şahsın şiirini” hangi koşullarda yazmıştı bilmiyorum, ama bir dokunmatik ekran yüzünden, sevdiğim kız ve onun sevdiği adamla bir bankta oturuyor ve laflıyorduk. O yanlışlığı yapana dek, Re’den uzak durmaya çalışıyordum yine. Çünkü yaz okulunda tanımıştım ve yaklaştıkça gözü yoran değil, güzelleşen bir insandı. Uzaktan sevip de, tanıdıkça soğuduğunuz, hatta tiksindiğiniz insanlar vardır, bilirsiniz. Re ise, bunların tam tersiydi, ne kadar yakın olursan o kadar güzelleşiyordu. Ben ise çok yakın olamayacağım için, elimden geldiğince uzak olmaya çalışıyordum. İmkan varsa görmezden geliyordum. Çünkü çaresizdim.

Bir el kayması herşeyi değiştirdi. O günden sonra olanlar, bu yanlışlık olmasaydı, herhalde asla olmayacaktı. Ama oldu.

***

20.12.2010

İkinci yenilerden bir şair vardı, adı Turgut’tu meşhurdu, soyadı neydi unuttum. Dilimin ucuna gelir gibi oluyor, aklıma takılıyor, ama bulamıyorum.
Turgut Uyar! Bir arkadaşın da aklına taktım sonra, onun usu benden önce uyandı.
Ne yapacaksın, dedi. Hiçbirşey, dedim. Hiçbirşey yapmamaktan güzel ne var.
Nereden geldi, dedi, aklına. Uzun bir hikâye demedim, ne uzun ne de hikâye.
Orhan Veli’den yenilere, oradan ikinci yenilere uzandı usum. Turgut’u hatırladım, soyadını unuttum. Orhan Veli aklıma nereden geldi, sormadı.
Re’den geldi, diyemezdim. O da benim gibi Re’yi görüyor, hem de onu tanımıyordu. O, benim Re’ye “Re” dediğimi bile bilmiyordu. Re’nin ismini de bilmiyordu sanırım. Benim gibi.
En uzun geceye, güzün sonuna yaklaşırken bir şairi anmak ne iyidir.
“Bir şairin ismi yine bir şiirdir” diyebilirim de susabilirim de. Ne de olsa Re’yi o adamla gördüm yine bugün. İlk defa görmüş kadar üzüldüm. Çok şey olmuş gibi.
Oysa, “Re, sanki. Bir nota kadar” cümlesinden başka bir şey olmadı. O cümle oldu. Bütün yazdıklarımı o cümleye değişmeye hazırım, demiştim. Kimseye demiştim. Sessizliğe söylemiştim.
Yeni cümleler, paragraflar yazıyorum şimdi.
Bir şiire başlar gibi olmuştum, adamı görünce, olmadığına karar verdim hiç yazmadan. Yazılmış bir cümle ve yazılmamış ve bir şiirim var Re’ye.

***

2: MASA

(Ekim'12)

Bir el kayması yüzünden buradaydık. Bilmiyordu. Belki de biliyordu, ya da tahmin ediyordu, bilmiyorum. Kimse sevdiği kadının sevdiği adamla isteyerek arkadaş olmaz. Ne sanalda, ne de gerçek hayatta. Kimse sevgilisini karşılıksız seven adamla da arkadaş olmaz aslında, belki de bilmiyordu. Acaba biliyor muydu? Gözlerinden anlamaya çalışıyordum. Sevdiğim kızın gözünden birşeyler anlamaya çalışmak varken, sevdiği adamın gözlerinde niyet okuyordum. Çocukluğundan bahsediyordu. Kampüste bir kafede oturmuş, başbaşa laflıyorduk.

Yanlışlığın üzerinden aylar geçmişti, birbirimizi az çok tanıyor, denk geldikçe konuşuyorduk. Ama, bu masada baş başa oturmamızın tek nedeni Re'ydi. Birbirimize iki dost gibi sarılmıştık. Belki tuhaftır, yalansızdım. Karşımdaki adamı, bir arkadaşım, bir dostum gibi görüyordum o akşam.

Herşeyi anlatmaya başından başlamalı insan. Bu masada oturmadan, birkaç gün önce benim doğum günümdü. Doğum günümde, Kıbrıs Şehitleri Caddesinde yürüyorduk. Kız kardeşim, okulun birinci sınıfından beri tanıdığım dostum Yakup ve Re'ye vurulduğum akşam onun yanında duran kız Esra. Artık dostumdu. Üstelik bir yanlışlık, bir el kayması yüzünden olmamıştı.  Re'yi tanıdığım yaz okulundan bir sene sonra, yeniden yaz okuluna gidecektim. Bilgisayarda ders seçimi yapıyordum, üç tane ders alacaktım ve üçünü de seçmiştim. Onay butonuna basmak üzereyken, karar değiştirdim. Yazgı mı, yazgısızlık mı, herkes kendine göre inanacaktır. Zor bir matematik dersi yerine, rahat etmek için bir İngilizce dersi aldım. Hayır, bu defa Re değildi karşıdan gelen; hatta karşıdan da gelmedi. Sınıfta bir yerde rastlaştık herhalde, 16 aralık akşamında biricik notamın yanında olan kızla. Birbirimizle o yaza dek çok samimi değildik, ama hemşeri olmaktan gelen bir yakınlık vardı. Onu Re'ye çok yakın olması nedeniyle, biraz tanıyınca hemen facebookta arkadaş olarak eklemiştim. Delikanlının facebook profilini, onun arkadaşları arasında bulmuştum.

Yaz okulunda, İngilizce dersinde, yine birbirine yabancı onca insan arasında, iyi kötü birbirini bilen iki kişiydik, derste ve ders aralarında, bir arkadaş grubuyla beraber birlikte takılıyorduk. Doğum günümde, o caddede beraber yürüdüğümüz Yakup da bir arkadaşım olarak o gruba dahil olmuştu. Sonra, Yakup, Esra ve ben daha çok birlikte vakit geçirmeye başladık. Esra o yaz eski sevgilisinden ayrıldı, daha sonra Esra Yakup’u sevdi ve Yakup da Esra’yı. Tabii, yazıldığı kadar kısa ve kolay olmadı tüm bu olanlar. Aslında, uzun hikâye öyle değil böyle olur diyerek, o ikisinden biri kendi hikâyelerini yazmalı, ama mutlu sonla biten hikâyeleri yazmayı umursamaz insanlar. Yaşanacak bir şeyler varken, kim yazmakla uğraşır. Her neyse, iki sevgili olarak oradaydılar. İşte doğum günümde hep beraberdik.

"Sana kötü bir haberim var abi" dedi Esra. Ben ona "abla" diyordum, o bana abi diyordu, iki ayda yaşanan bir diğer uzun hikâye bizi kardeş kılmıştı, öyle bir şakamız vardı aramızda. "Sana kötü bir haberim var abi" dedi, "Re ameliyat olacakmış."

O cümleleri söyleyişini de, o anı da unutamıyorum. Zamanın göreceliği üzerine yazacak değilim, ama an donmuştu, zaman durmuştu orada. Kötü haber, Re ve ameliyat; birbirine hiç yakışmayan birlikte bir cümle bile kurulamayacak kelimelerdi, ama işte kurmuştu. Zaman durmuştu. "Çok önemli bir şey değil, galiba bir kulak ameliyatı" dediğinde, çoktan içim titriyordu.

Hemen orada,  bir el kayması yüzünden arkadaş olduğum delikanlıya facebooktan mesaj attım. Çünkü her nedense Re'nin telefonunu bilmiyordum henüz ve internet üzerinde de bildiğim bir hesabı yoktu. Ama, birkaç mesaj sonunda, önce delikanlıya ben telefonumu verdim, sonra da o telefonunu verdi.

Ne yazık ki, ameliyat ciddiydi. Biricik notamın, o delikanlının sevgilisinin boğazında bir kitle vardı, onu alacaklardı. Ameliyat sırasında milimlerle sesini kaybetme tehlikesi vardı ve sonra da biyopsi.

Birkaç gün sonra, akşamında bir masada oturacağımız günün sabahında, ben sokaklardaydım, delikanlı bir arkadaşıyla beraber hastane kapısındaydı. Mesajlaşıyorduk. "Bilgi alınca bana da haber verirsen çok sevinirim kardeşim " yazdım, "tamam" dedi. Hiçbir şey umurumda değildi, ne gururum vardı, ne de aklım. Bir yüreğim vardı, yüreğimde bir korku. Aynı o delikanlı gibi, sevdiğim kadının sevgilisi gibi. En azından benim kadar seviyordu o da, biliyordum. Ben yalan yazmayı beceremiyorum bu konuda, ben daha fazla seviyordum Re'yi bile yazamıyorum. Bana bile katlanıyordu o gün, öylece seviyordu.

Bir süre sonra telefonuma bir mesaj düştü. "Kardeşim, gördüm. İyi durumda. Sinirlere hiçbir şey olmamış, çok iyi geçmiş ameliyat."

Nasıl yazılır, ne yazılır. Bilmiyorum. Kendimi bildim bileli yazıyorum, ama bu hikâyede birkaç an var,  tarif edemiyorum. Tarifsiz bir sevinç. Her kelime eksik. Ağlıyordum. Yaklaştıkça güzelleşen kaç şey, kaç kişi vardı bu dünyada. Söylediği her kelimeyi güzelleştiren sesini yitirmemişti. Sevinçten ağlıyordum. Sokaklarda bir başıma, karşılıksız aşklardan dolayı, yitirdiklerimden dolayı defalarca ağlamıştım, bu defa sevinçten ağlıyordum. Başkasını seviyordu, sevdiği adamla sevincimizi birbirimizle paylaşıyorduk, Allaha şükrediyorduk.

"Yarın ziyarete gideceğiz, gelmek ister misin" yazdı, "tabii ki" yazdım. Delikanlı yazıyorum ya, gerçekten delikanlı adamdı. Hayatımın en tuhaf hikâyesini yaşadıysam eğer, biraz da bu delikanlının yüzünden oldu. Hiç konuşmadan bir antlaşma yaptık sanıyorum ve bu antlaşma yapıldıysa da yapılmadıysa da, elimden geldiğince uydum. Siz ne düşünürsünüz bilmem, umurum da değil, ama korkaklık değildi bu, saygıydı. Daima saygılı oldum, dayanamadığımda kendimi yanlarından uzaklaştırdım. Birbirlerini gerçekten seviyorlardı. Ben de seviyordum, çok seviyordum, sevgisine saygı duyacak kadar seviyordum. Korkuyorsam, onu yitirmekten korkuyordum.

Birkaç saat sonra bir masada oturuyorduk, Re'nin okul kartını bana vermeye gelmişti. Ben de girmediği derslere basması için Esra’ya verecektim.

Çocukluğundan bahsetti delikanlı. Hastanelerde geçmişti, aynı benim gibi. Neredeyse kendimi buluyordum, anlattığı çocukta, çocukluğunda. Çekiniyordum, her kelimeme dikkat ediyordum. Sonra kalktı, yine sarıldık, vedalaştık.

Ertesi gün, Yakup, Esra, delikanlı ve ben, bir hastane odasında Re'nin yatağının başındaydık. Çocukluğu hastanelerde geçen bir adamdım, üstelik daha yeni bir kulak ameliyatı olmuştum. Hastanenin soğuk ruhunu aşınaydım. Ama, bu defa ziyaretçiydim. Üstelik, hasta yatağında yatan biricik notamdı. Sesi öyle ince, öyle cılız çıkıyordu. İçim titriyordu. İçimin titremesini, hem ondan hem sevgilisinden hem de ailesinden saklamalıydım.

Sevgilisi orada neler düşünüyordu bilmiyorum, onun da çocukluğunda hastaneler vardı, yatakta sevdiği yatıyordu ve onun da saklayacak birşeyi vardı. İki günde ilişkilerine dair pek çok şey anlatmıştı delikanlı, bıçağı göğsüme göğsüme vurmuştu. Ailelerin daha haberi yoktu. Sevgilisiyle bir takım olan yüzüğünü çıkartmıştı.

Yatağın başındaydık. Birden, "neden sen hiç konuşmuyorsun" diye sordu biricik notam bana, gülümsüyordu. "O konuşmayı sevmiyor" diye cevapladı Esra, hâlimi biliyordu.

Esra biliyordu. Esra, ben, bir de benim eski dostum, Esra'nın ilerideki sevgilisi Yakup çardakta oturuyorduk temmuz ayında. Esra'ya, ben sizin sınıftan birini seviyorum, demiştim. Gülmüştü, tahmin ediyorum galiba, demişti. Tahmin ediyorsan doğrudur, demiştim ben de. Teyit bile etmedik, sormadı, söylemedim ismini. Sonra günler sonra başka bir yerde bir konuşma arasında söylemişti ismini, bir defa bakmıştı bana doğru mu diye, gülümsüyordum. Gülmüş ve konuşmaya devam etmişti.

“O konuşmayı sevmiyor” dedi. Ne doğru bir yalandı yazacağım, ama değil. Yalan olmasın, ben konuşmasını seviyordum. "Ben konuşmasını bilmem Lili" diye yazan Sezai Karakoç'tu, ben biliyordum. Hem de dilimin ucunda binlerce kelime vardı, ama söyleyemiyordum. Titrememi saklamaya çalışıp, dilimin ucuyla hastaneden, ameliyattan, uyumaktan, uyanmaktan, iyi bildiğim şeylerden bahsettim; susmamak için.

Odadan çıktığımızda içimde bir deprem sürüyordu. Sarsılıyordum. Bir ağlamak geldi, ağlayamıyordum. Esra ile Yakup da delikanlıyla ilgileniyordu.

Re hastanede bir süre daha kaldı, delikanlıya bir-iki defa daha sordum durumunu.

Yirmi gün kadar sonra, delikanlıyla bir masada oturduğumuz kafeteryadan elimde bir su şişesiyle çıkarırken, Re'yle karşılaştık. Okula yeni dönmüştü. Her zamanki samimiyetiyle ve masumiyetiyle gülümsedi. "Sonuçlarım temiz çıktı " dedi. İşte sadece bir defa orada boynuna sarılabilseydim, yanağından dahi öpebilseydim keşke. "Sonuçlarım temiz çıktı" demişti, bahar desem değil, bayram desem değil. Yazamam, yine yazamam. Anlatamam.

Dünya benimdi.

***

3 Ağustos 2012

İkibinoniki ağustosunun üçüncü günü, Tınaztepe’deki kütüphanede temmuzdan geriye kalan üç kişiyiz. Bir şekilde hayatları birbirine karışmış, kaderleri dolanmış, yolları kesişmiş üç kişi. Öylece, sessizce bir kütüphanedeyiz. Sessizliği başka başka yontuyoruz.

Sessizlikten kelimeler çıkarmayı kendime iş edindim. Böylece tuhaf huylarım var. İşim olmayan ne varsa, kendime iş edinmeye bayılırım. Ama, kelimelerle aramdaki mesele biraz daha karışık. Birbirimize dolanık bir haldeyiz. Bazen kelimelere ben şekil veriyorum, bazen onlar bana. Yaşayıp gidiyoruz.

Yarın Re’yi görebilirim. Göremeyeceğimi kendime inandırdım, kendimi öylece hazırlıyorum, ama o ihtimal varken umut yine de öylece yüreğimde karınca kararınca yürüyor. Sadece göreceğim oysa bana ait olmayan, adını bile bilmeyen Re’yi göreceğim, öylece bakacağım. Ama.

İnsan düşünüyor, belki herşey farklı olur. Gök yahut yer yarılır, belki beni anlar, gözlerime bakar. Gökten taş düşer, bana âşık olur. Umut. Umuda olan hıncım işte bundan kaynaklanıyor, bir türlü beni terketmiyor. Doğrusunu bilsem de, yalan olana bir an olsun inanıyorum, tüm yüzüm gülüyor. Sanki bana aşkla bakıyormuş gibi gülümsüyorum. Sonra resim dağılıyor, gerçek olanca soğuk yüzüyle bana bakıyor.

O çocuğu da bundan anlıyorum. Umutla zehirlenmiş ve hayaller görüyor. Oysa gerçek, onun için çok acı. Katlanılması zor bir gerçek onu bekliyor. Ama katlanacak. Eli mahkûm katlanacak.

***

3: SOKAK


(Ağustos ’12)

Bir sokağa, yüzlerce kişinin arasına, birini görmeye girip de, onu gördünüz mü hiç? Ben gördüm.

Aylardan ağustostu, ağustosun da başlarıydı, yıl iki bin on iki.

Evvela size o yazı yazmalıyım. Kalabalık bir yazdı. Yakup, Esra ve bir sürü insan vardı. Her birini, duygu değişimlerini, kişilik özelliklerini, saç ve göz renklerini yazmıyorum; belki bazılarını yazıyorum ve yazacağım, çünkü o yaz birçok hikâye yaşandı. Bir bitişin, bir başlangıç demek olduğunu o yaz öğrenmiştik; önceki yaz benim yapamadığım bir şey, hem de benim yüzümden olmuştu. Re’ciğimin gözlerine bakarken, hem de o da benimkine bakarken, işteş bir gülümsemede yapmadığım, yapamadığım ve yapamayacağım bir şeydi. On birde olmayan, on ikide olmuştu; benim yapamadığımı Yakup yapmıştı ve yahut Re’nin yapmadığını Esra yapmıştı ve olmuştu. Ben vesile olmuştum.

Birçoğunu hatırlamadığım bir sürü insan, pek çoğu kordonun çimlerinde, Nâzım’ın müthiş deyimiyle, “güneşin sofrasında, dostların arasında” geçen muhabbetli ve keyifli akşamlar. Sahiden de uzun bir yazdı.

Bir tek eksiği vardı bu yazın. Esra’ya durmadan anlatıyordum, yazıyordum, söylüyordum; ama kendisi yoktu. Yokluğu içimde büyüdükçe, nihayetinde Esra’nın yardımıyla; işte o sokağa girmeden sadece birkaç gün önce, Re bir kahvecide karşımdaydı. Aslında masada dört kişiydik; iki yeni sevgili, iki dostum, o yaz hemen her şeyin arkasında dolaştığımız arkadaşlarım Esra ile Yakup da vardı. Üstelik bu defa önceden kurgulanmış bir tesadüfle.

Aslında onunla buluşan Esra’ydı. Sözde Yakup ile ben de o sırada oralarda dolanıyorduk. Benim de Esra’ya ders notları vermem gerekiyordu, ona mesaj atmış ve bir kahvecide Re’yle oturduklarını öğrenmiştik. Esra, Re’ye sormuştu “gelsinler mi” diye ve dediğine göre, Re beni hemen hatırlamamıştı bile. Gelsinler, demişti, gitmiştik.

Benim bildiğim kadarıyla böyle olmuştu. Esra’nın dediğine göre, Re beni hemen hatırlamamıştı bile. Ben ona hiç kimseydim yani. “İçimde İstanbul çalkanırken bozbulanık çeşme”, onun hiçbir şeyden haberi yoktu. Beni çok az tanıyordu ve hemen unutacaktı. Ona kendimi unutturmamam gerektiğini o gün anladım, ama ne yazık başarıp başaramadığımı hâlâ bilmiyorum. Bu satırları yazarken de onun mücadelesini veriyorum, hakikati yazmak gerekirse.

Alsancak’ta, kordonda,  bir kahvecide dört kişi bir masadaydık. Okuldan dört arkadaş olarak muhabbet ettik. Havadan ve sudan, ama neredeyse sahiden havadan ve sudan konuştuk. Bu havadan ve sudan konuşma, ne ara, nasıl, nereye gitti hatırlamıyorum, amma ve lâkin derin bir nefes çekip, “âh minel aşk ve minel garaib” –aşkın ve garipliğin elinde- dediğimi hatırlıyorum. Derin bir sessizlik olmuştu. Bir şeyler farklılaşır, ama kelimesi yoktur, anlatamazsın, dedim. Daha da güzelleşmişsin, demedim. Diyemezdim de zaten.

Bir de, Re, biricik notam tam kalbimin derinine bir bıçak sokmuştu. Ne olduysa, hangi lafın sonunda hatırlamıyorum, “kıyamam sana” dedi bana. Samimiyetiyle, masumiyetiyle. Bir çocuğa der gibi. Oysa ondan kaç yaş büyüktüm hem de. Kötü bir niyeti yoktu, yaralamak için söylemiyordu, Re olduğu için söylüyordu. Ruhu, zamanın karşısında veya zamanı bahane ederek kirlenmediği için. Hiçbirşeyden, haberi yokmuş; içimde dolanan o kalabalığı bir zerre dahi tahmin etmiyormuş gibi ve yahut öyle sanmam için demişti.

Re’nin o masada bir tesadüf üzere oturduğumuz yalanına inanıp inanmadığını bilmiyorum, aslında inandığını da sanmıyorum. O gün inanmıştır belki, sahiden de beni hiç tanımıyorsa, ama bugün bir yerde, mesela aynı kahvecinin önünden geçerken aklına gelse, herhalde farkederdi.

Bu buluşmadan, bir masada dört kişi oturduktan, birkaç gün sonra, yine Alsancak’a “dostların arasına” çağrılınca, daveti reddetmedim. Aslında pek çok daveti reddederim ben ve bir süre sonra da insanlar beni davet etmekten vazgeçerler ve bu defa da onlara beni hiçbir yere davet etmedikleri için içimden kızarım, ama o yaz davetleri pek reddetmiyordum ve beni bu bakımdan henüz tanımamış bir grup insan tarafından, sürekli bir yerlere çağrılıyordum.

O gün de, akşam buluşmak üzere çağırdılar. Aylardan ağustostu, ağustosun da başlarıydı, yıl iki bin on iki.

Gitmem gerekenden biraz erken gittim. Çünkü, Re bir bankada staj yapıyordu ve mesai saati çıkışında belki denk gelirdik. Tahminimce bir sokaktan geçecekti, sokak diye yazıyorum, öyle kolayıma geliyor, aslında Ali Çetinkaya Bulvarının Cumhuriyet Bulvarına çıkan parçasından bahsediyorum, sadece yaya trafiğine açık bir bulvardan. İşte orada, doğru dakikada doğru yerde olursam, o sokakta o anda geçen yüzlerce kişinin arasında onu görebilirsem. Tam o dakikada o sokaktan geçecek şekilde çıkmalıydı bankadan ve oradan geçmeliydi. Başka bir yere gidebilirdi, başka bir yoldan dönüyor olabilirdi, hiç gelmemiş olabilirdi ve tut ki o sokaktan geçecek bile olsa karşı karşıya gelmemiz için, sadece bir nokta ve bir an vardı, o anda, başka hiçbiryerden değil, beş metre yanından bile değil, benim yürüdüğüm yerin karşısından bana doğru yürümeliydi.

Evet. Gördüm onu.

Allah beni affetsin, fazla zorlama, haddinden fazla dramatik ve bu yüzden pek de başarılı sayılmayacak bir öykü yazıyorum, ama vermeyince mabud meselesi işte.

Sokağa girdim, yürümeye başladım. Yürüyordum ve onu gördüm. Tam karşımdan geliyordu. Yanında birkaç gün önce kahvecide otururken memlekette olduğunu öğrendiğim sevgilisi vardı. Üstelik delikanlının elinde çiçek ve kalp şeklinde bir balon vardı. Okuldan iki arkadaşımı görmüştüm sadece, üstelik henüz daha bir masada başbaşa iki çift laf etmediğimiz delikanlıyla facebook’tan da arkadaştım. Gülümsedim. Öncelikle facebooktan arkadaşımın yanına gittim, diğerini ne de olsa daha birkaç gün önce görmüştüm, ama delikanlıyla ne zamandır görüşmüyorduk. Hasretle kucaklaştık.

Sonra, diğer arkadaşıma geldi sıra. Biricik notam, Re’ciğim, sadece okuldan bir arkadaşımdı; delikanlıdan pek de farkı yoktu. Ama, her zamanki gibi, sadece elini sıktım. Delikanlıya elindeki çiçek ve balon yüzünden takıldım. Meğer, Re’nin doğum günüymüş. Gülümsedim, tebrik ettim. Öpmedim. Birkaç kelime daha lafladık ayaküstü ve gittiler.

Titremeye başladım. Arkalarından bakıyordum. Sahiden onlar mıydı ve yahut bir hayal miydi ayırmaya çalışıyordum. Şimdi yazması ve okuması kolay, ama tarif etmesi pek kolay değil; aklımdan şüphe ediyordum, şizofren olup olmadığımı anlamaya çalışıyordum. Donakalmıştım. Bir ara yandaki kafenin bahçesinde oturan birine sormayı dahi düşündüm, ama vazgeçtim. Yakup’u aradım, anlattım. Biraz sonra gelecekti. Re’nin doğum günü olup olmadığını, pek tabii, bilmiyordu. Esra’ya mesaj attım, bilmiyordu.

Titriyordum, zangır zangır titriyordum. Bir kitapçıya girdim. Nedenini bilmiyorum. Şiir kitaplarına yürüdüm. Sezai Karakoç’un toplu şiirlerinin olduğu kitabı, “Gün Doğmadan”ı aldım. Bir de kalem. İlk sayfaya tarih attım, altına da bir not yazdım. “Re’nin doğumgünü olduğunu öğrendikten sonra.”

Sonra altına, ne zaman sonra, kurşun kalemle başka bir not almıştım. “Re’yi Rosa, Rosa’yı Re kılan o akşamda; ne Monna anladı beni ne Re, ne de Maria.”

Kitabın üzerinde son karalamam, nisanın bir gününde oldu. Kitabı aldıktan aylar sonra, Monna Rosa’nın ilk şiiri “Aşk ve Çileler”in başına, bu hikâyenin ilk başında, o daha adını bile bilmediğim bir yabancıyken, aklıma dahi gelmeyecek kısacık bir not. “Nisanın on birinde, akşamlardan bir akşam, bir parçasını okudum gözüne Re’nin.”

***

20 Ekim 2011

Bunu yazarken hemen önümdesin. Çok uzun yazmayacağım. Gözümü görme, gülümseme diye uğraşıyorum, oysa gülüşüne müptelâyım. Az konuşmaya, görmezden gelmeye çalışıyorum, oysa sana çıldırasıya aşığım.

Çünkü, çünküsü o kadar belli ki. Yazmak içimden gelmiyor şimdi çünküyü.

Birgün bunu okursan, seni daima bitmeyecek bir saygıyla seveceğimi bil. Herhalde okumayacaksın. Gözlerimi okursan, yine anlarsın, ama gözlerimi okumandan korkuyorum.

Nasıl düşünüyorsun, nasıl görüyorsun beni; seninle ilgili hislerimi ne kadar anlıyorsun bilmiyorum, ama bilebilmeni isterdim. Kocaman bağırmak isterdim.

Tam bunu yazarken, sen geldin, dinlediğin şarkıyı mı yazıyorsun, dedin. Hayır, dedim, başka şeyler. Seni yazıyorum, demedim.

Ama seni yazıyorum ve sana şiir bile yazdım. Bilmiyor olman, ne kötü aslında.

Ben biliyorum, sana “bir nota kadar” derken ne kadar da haklıydım. Bunu gözünün içinde görüyorum.

***


4: MERDİVEN


(Nisan '13)

"Umarım demin ki sözlerimi yanlış anlamamışsındır" dedim Re'ye. Bir merdivenden iniyorduk ikimiz, "yok" dedi. Bir an sustum, sonra "sana onları anlatınca aklıma Sezai Karakoç'un Lili şiiri geldi" dedim. "Sezai Karakoç mu?" diye sordu.

Bu merdivenleri beraber inmeye başlamadan bir saat önce, kampüsteki ana amfide sınıfın önünde, kalabalığın içinde dersin başlamasını bekliyordum. Gürültü, kakofoniye varmıştı ve kalabalık içinde huzursuzdum. Binanın içinde, ortada bir boşluk vardı. Merdivenden inenleri çıkanları, okula girenleri izliyor, vakit geçiriyordum. Başımı kaldırdım. İki kat yukarıda Re'yi gördüm, o da dersini beklerken arkadaşlarıyla sohbet ediyordu. Huzursuzluğum dağıldı bir anda. Merdivenleri çıktım, yanına gittim.

Beni görünce gülümsedi. Yanına gittim, arkadaşları sınıfa girdi. Havadan sudan konuşmaya başladık. Aşağıda, sınıfımın önündeki kalabalığı gösterdim," bunaldım, seni de görünce yanına geldim" dedim. "Kıyamam sana" dedi. Bir bıçak yazabilirim, ama çok yazdım değil mi bu metaforu, hayır zaten bıçak da değil, ne olduğunu bilmiyorum. Ona da söyledim. "Sen bana, kıyamam sana, deyince bir tuhaf oluyorum" dedim, üzüldü. "Seni kırdım mı? Özür dilerim" dedi. "Hayır, hayır. Beni yanlış anladın, bir çocuk gibi mutlu oluyorum, teşekkür ederim" dedim. Böyle dedim, ne olduğunu bilmiyorum yazmıştım ya, demek ki buymuş. Bir çocuk gibi mutlu olmak, hakikat. O akşam sahiden konuşuyorduk.

Konuşmak. Ağustos'ta bir kafede dördümüz buluştuğumuzda, Esra "seni hemen hatırlayamadı" deyince öyle ağrıma gitmişti, onun gözünde hiç kimse olduğumu farketmiştim. Hüzünlenmiştim, bir de "kıyamam sana" demişti dördümüz otururken, darmadağın olmuştum. Sonra, ayrılık zamanı yaklaşınca bir tek soru vardı, söylemeli miyim? Bu hikâyeyi ona anlatmalı mıyım? Bir gün bir masada ikimiz başbaşa otururken söyleyeceğimi düşündüm.

O akşam sahiden konuşuyorduk. En azından ben konuşuyordum. KPSS'ye hazırlandığından bir sene kaybetmek istemediğinden bahsetti. Ben bir alt sınıfa düşmüştüm, o sayede onu tanımıştım. Bu konuşmayı yaparken, bir ondan da bir alt sınıftaydım, bu yüzden yakında o gidecekti, ben kalacaktım. "Endişe etmene gerek yok" dedim, "bu hayatta herşey olabilir. Bak bana kaç sene kaybettim. Ama, sizin sınıfa düşmeseydim, hayatımda hem de bilmeden pek çok şey eksik kalacaktı dedim. Gerçekten sıkılıyordu sınav işine anladığım kadarıyla, üzüyordu kendini. "Ben birşeye sahiden inanıyorum" dedim, "senin ruhun tertemiz, çok iyi bir insansın, daima güzel şeyleri hakediyorsun ve böyle de olacak inan bana. Laf olsun diye söylemiyorum, kalbimden inanıyorum, çünkü sen gerçekten zamanüstü bir insansın" dedim. Gözlerine bakıyordum.

"Benim hakkımda böyle düşünmene çok mutlu oldum" dedi. "Bunlar düşünce değil, hakikat" dedim. Ne var ki, yüz yıl konuşmamız gereken o anda, hocası geldi. Sınıfa girdi.

Merdivenlerden aşağı iniyordum. Derin bir hüzün duyuyordum, ama sonsuz bir mutlulukla beraber; nisan yağmuru gibi. Sınıfa döndüm, ders başladı, ama yerimde duramıyordum. Birine çarpılmıştım, hayali bozulmasın diye tanımaya korkmuştum, ama yanlışlıkla tanımıştım ve tanıdıkça, yaklaştıkça güzelleşiyordu. Ruhu da yüzü kadar güzeldi, onu tanımıştım. Ama, yitiriyordum. Gidiyordu, bir kaç ay sonra yoktu. Biricik notam yokken ben ne yapacaktım? Düşündükçe etlerim vücudumda çürüyordu. Öte yandan, yitirecek de olsam onu tanımıştım. Bir sihir gibiydi, hep kitaplarda okuduğum onu tanımıştım. "Uğruna yazılan kadın". Bir de "şairlerin eski ahidi" dediğim birşey var ki, ona bir isim vermek. Pia, Monna Rosa, Lavinia ve ben 16 aralık 2010 akşamında bunu hiç düşünmeden, su kadar yalın Re demiştim ona. Hakikat olarak, zamanüstü birisin dediğimde söylediğim kadar doğru. O bir notaydı, Re'ydi.

Kafamda binbir tilki, yüreğimde binbir karınca derken, hoca ara verdi. Hiç düşünmeden, koşar adım merdivenleri çıktım. Yanına gittim, bir iki kelime lafladık, hocanın derste çizdiği grafikleri defterine geçirmek üzere sınıfa dönmek istedi. "Grafiği her zaman çizersin, ama iki ay sonra ben yokum. Gel bir çay ısmarlayayım" dedim. Bir an durdu, sonra "bekle" dedi sınıfa doğru yöneldi. İçimden bir anda birkaç gereksiz arkadaşı da çağıracak, diye geçti. O anda kim gelse gereksiz olurdu zaten. Ama, yanılmıştım. "Olur, ama bir şartla" dedi, ben ısmarlarsam. Yüzsüzlüğü ele almıştım bir defa, "benim canıma minnet. Sana bir çay borcum daha olur" dedim. İlk çay borcunu, bir kaç ay önce, ekimin bir akşamında, "sonuçlarım iyi çıktı" deyip dünyaları bana verdikten iki saat kadar sonra yapmıştım. Bu konuşmadan yakın zaman önce iki arkadaşı ile beraber bir kafetaryada otururken ödemiştim. Çok çalışıyordu, gözlerinden yorgunluk akıyordu ve mezuniyete delikanlıyla beraber gideceğini anlatıyordu kız arkadaşlarına. Tebessümle dinliyordum.

Bozuk para çantasından para aldı ve beraber merdivenlere yürüdük. Merdivenlerde, "umarım demin ki sözlerimi yanlış anlamamışsındır" dedim Re'ye. Gülümsedi, "yok" dedi. Bir an sustum, bir an bir terazide herşeyi tarttım. Susmayacaktım. "Sana onları anlatınca aklıma Sezai Karakoç'un Lili şiiri geldi" dedim. "Sezai Karakoç mu?" diye sordu. Şiir ezberimde değildi. Şiir tamamen hatrımda değildi. "Bu kuklaların kukla olmadığı besbelli/ Ne söyledilerse tıpıtıpına gerçek besbelli- dizeleriyle başlar, ama tamamını şu an çıkaramadım. Çok güzel şiirdir, bana da bugün seni çağrıştırdı" dedim. Okuması için, çünkü "bizi bırakıp nereye gidiyorsun Lili" diye üçüncü kıtaya başlayamazdım, "bizi öpmeden mi gideceksin  Lili" diye bitirtmezdim. Fark ettim. "Karakoç'un en ünlü şiiri Monna Rosa'dır, ilk bölümü Aşk ve Çileler şöyle başlar" dedim. Gözlerine, göz bebeklerinin en içine bakıyordum.

"Monna Rosa, siyah güller, ak güller;/ Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak./ Kanadı kırık kuş merhamet ister;/ Ah, senin yüzünden kana batacak,/ Monna Rosa, siyah güller, ak güller!"

Bundan sonra bir sessizlik oldu. Kampüsün içindeki kafeteryaya geldik, kapalıydı. "Bir diğer kafeteryaya gidelim" dedim, "derse geç kalırız" dedi. Gerisin geri yukarı çıktık, laf olsun diye birkaç kelime daha konuştuk, sonra ara bitti ve ayrıldık.

Eğer o akşam kafeterya erken kapanmasaydı ne olurdu? Hikâyemi anlatabilir miydim? "Yağmurun teneke çatıda uğuldadığı o akşam..." diye başlayabilir miydim? Bilmiyorum. Ama, ben o zamanlar söylemeyi değil, daha çok "söylememeyi susmaktan ayırmayı" düşünüyordum, o akşam bu olmuştu. Hem de Musa'nın Kızıldeniz'i yarması gibi.

O günden sonra çok az konuştuk. Zaten sınava hazırlanmaktan okula gelmiyordu. Ama, aklımda tek birşey kalmıştı. Ağustos'ta bir sokakta onu doğum gününde delikanlıyla birlikte gördüğümde, ona hiçbir hediye verememiş olmak, içimde kalmıştı. İki ay sonra, Haziranda, ben yok olmadan hemen birkaç gün önce, son kelimelerimizi bu vesileyle edecektik.

***

16 Mayıs 2013
(…)
Evet başta sana çocukça, karşılıksız, platonik aşık olmuştum, ama seni tanıyınca ve Allaha çok şükür, hayal ettiğimden bile daha ötede çıkınca, notayı tamamlayınca seni istedim. Bu kelimeyi olağan kullanımından daha büyük bir anlamda kullanıyorum, çünkü “benim olmanı” istemezdim ben senden, “ben ile senin biz olmasını” isterdim. Kayıp öteki yarımı, öte canımı bulduğuma inandım ve herşey öyle hızlı ilerledi ki pek çok zaman böyle bir kader olduğuna inandım. Ama sona doğru bir uçurumdan düşer gibi ilerliyoruz ve yanıldığımı öğreniyorum.

Neyse, bu çaresizlikle 2011 eylülünden itibaren ne yapacağıma karar veremedim, zaman zaman seni görmemeye bile çalıştım. Belki de farketmişsindir, bilmiyorum. Aslında farkettiğini düşünüyorum, çünkü ne zaman seni görmemeye çalışsam bir şekilde bunu bozardın. Yine böyle bir akşamda, ders arasında sıramda oturmuş seni yazıyordum. O yazıyı mektuba da ekleyeceğim, inanıyorum ki o günü sen de hatırlayacaksın.

Evet. Orada “seni yazıyorum” diyebilmeyi ne çok isterdim. Diyemedim. Bu mektubu eğer sana verebilirsem, bir şekilde söylemiş olacağım.

Sonra, nasıl olduysa Rusça’dan konuşmuştuk, konu nasıl oraya gelmişti hatırlamıyorum. Rusça’dan sadece vedaları hatırladığımı, çünkü veda etmeye tuhaf bir aşinalığım olduğunu söylemiştim sana. Paka’nın “bye” gibi samimi, “dasvidanya”nın “Allahaısmarladık” gibi resmi olduğunu hatırladığımı söylemiştim. Şimdi işte neden veda etmeye aşina olduğumu anlamışsındır. Seni Allaha emanet ederken, “dasvidanya” mı demeliyim güzel notacığım?

Bir zamanlar lise sıralarından hemen sonra, kendimi bir şair zannederken şöylece iki dizeyle bir şiire başlamıştım. “Ben şairim/ vedalara alışmam.” Geçen yıllarda şair olmadığımı öğrendim, ama üstüne nice veda etmeme rağmen vedalara alışamadım. Alışılabilir mi? Alışılamaz herhalde.

(…)

Bir notaya nasıl veda edilir? Bunu bilmiyorum. Bunu bilmeye bu satırları yazmaya ölesiye korkuyorum. Ama bir şekilde veda etmeliyim işte yukarıda yazdığım, bütün bu güzel hikâyeyi yaşadığım için teşekkür etmeliyim üstelik. Bana inan, mutluluğun neredeyse, kiminleyse, nasıl mutluysan ben de öylece mutluyum.
Hep bu mektubu yazmayı bekledim. Bu mektubu yazmamın nedeni, bir adamın yüzünde nota görmesiyle başlayan bu hikâyeyi, çocuk masumiyetine yakışır bu çocukça sevdayı bilmeye hakkın olduğunu düşünmem. Bu hikâye benim olduğu kadar senindir de.
(…)

***

5: FOTOĞRAF


(Ekim ’12)

Bebeklik fotoğrafıma bakıyordu, yüzünü izliyordum. Biricik notamın yüzünü izliyordum, bir bebeğin fotoğrafına ne kadar güzel bakılabilirse, o kadar güzel bakıyordu. O kadar güzeldi çünkü öyle masum, sahici, doğal. Dudağını ısırıyordu fotoğrafa bakarken.  Yüzünü izliyordum, yüzünde bir hızır gördüm. Zamanüstüydü. Orada fark ettim bunu. Nasıl anlatayım? Gözlerinde görüyordum, hızırı çağrıştırıyordu. Re’ydi o, bir insanda nasıl bir nota duyabilir insan o anda anlıyordum. Kurduğum hayalden, hayalimdeki insandan bile fazlaydı, bir rüyaydı ve yanındaydım. Yüzünü izliyordum.

O bir fotoğrafa bakarken onu izlememden birkaç saat önce bir elimde bir şişe suyla kafeteryadan çıkıyordum, ona rastladım. Yüzünde güller açıyordu. “Sonuçlarım temiz çıktı” dedi, öpmedim. Öpemedim. Ama, öyle öpmedim ki, öylece içimde kaldı.

O akşamdan bir yıl önce, bir defasında delikanlı öpmüştü onu. Her öpemeyişimde o akşamı hatırladım, delikanlıyı öldürmek istediğim o akşamı. Birkaç ay sonra yanlışlıkla arkadaş olacağımızdan, bir yıl sonra kardeşim diyeceğimden habersiz.

Onu öpmedim, sonra sınıflara gittik. Ekimdi, bahardı. “Sonuçlarım iyi çıktı” demişti. Aldığım ve alıştığım bütün kötü haberlere karşı, dünyanın umutsuzluğuna karşı, bu defa güzün ortasında bir bahar yeşeriyordu yüreğimde ve gözlerimde.

Ders bitti, inmem gereken, bana yakın olan merdiven yerine, belki görürüm diye, ona yakın merdivenden indim. Matematiksel iktisat dersinden çıkmışlardı, hocayla kapı önünde laflıyorlardı. Derste kullanılacak bir bilgisayar programıydı muhabbet, bilgi işlemden alacaktı. Beni gördü, sevindi. Aynı otobüsle dönüyorduk eve, ama onun yanımda delikanlı oluyordu pek çok zaman. O gün yoktu. “Beraber dönelim mi” dedim, “tamam, ama bu programı almam lazım” dedi, bilgi işleme yürüdük. Kapanmıştı bilgi işlem. Bir kafeteryada arkadaşlarla buluştuk, “sen benim için o kadar zahmet ettin, çayı ben ısmarlayayım” dedi, oturduk.

Telefonunun şarjı bitmişti, programı olan bir arkadaşına benden mesaj attı. Cevap gelmeyince otobüs durağına doğru yürümeye başladık. Kampüsün ana kapısının orada bir kedi önümüzü kesti. Evet, bir kedi önümüzü kesti; çünkü Re kediden korkuyordu. O korktukça kedi inadına ona sokuldu. “Kedinin olmadığı tarafa geç” dedim, geçti, bana doğru yaklaştı. Neredeyse gülecektim. Kovalamam lazımdı herhalde, ama kediyi kovalamaya da kıyamıyordum. “Korkuyor musun, yoksa sevmiyor musun” diye sordum. “Korkuyorum, sinsi geliyor bana” dedi, arkasına bakıyordu yürürken. “İnadına takip ediyor” dedi, içimden gülüyordum.

Durağa gittik, otobüs beklerken telefonuma arkadaşından mesaj geldi. Evdeydi, evi kampüse yakındı. “Sen git istersen, ben seni oyalamayayım” dedi. Bin yıl sürsün istediğim bir meşgalenin içindeydik. Böyle demedim pek tabii. “Olur mu öyle şey. Hem telefonunun şarjı yok, bir şey de gerekebilir” dedim. Eve doğru yürüyorduk. Sessizliği böldü, “teşekkür ederim” dedi. Gülümsedim, “asıl ben teşekkür ederim” dedim. Yürümeye devam ettik. Neden, diye sormadı. Sorsa, söyleyebileceğim bir cevabım yoktu. Yüz bin kelime söyleyebilirdim aslında, ama sevgilisi vardı. Belki de bildiği için sormadı.

Bir sokağa girdik, bir apartmana girdik, bir kapıyı aradık, bir arkadaşı bulduk ve programı aldık. Gerisin geri durağa yürüdük.

Durakta bu defa, delikanlının derdine düştük. Merak etmesin diye, mesaj atması için telefonumu verdim.  Mesaj atarken, delikanlıyla mesajlaşmalarımı gördü, geçmişten bir diyalog vardı. Okudu mu yahut biliyor muydu, bilmiyorum. Sormadı.  Benden de selam söyledi. “Senin ameliyatın döneminde telefonun olmadığından, hep ondan haber aldım” dedim, telefonun numarası alış verişi yaptık.

Otobüs geldi. Oturduk, çok güzel bir muhabbetimiz vardı o akşam. İki arkadaş olarak konuşmak da çok keyifliydi onunla, gayet gülüyorduk. Bir ara o da farketti, “neden seninle hiç beraber dönmedik daha önce” diye sordu.

Sonra konu nereden geldiyse, bir arkadaşının birkaç gün önce onunla beraber olduğu bir fotoğrafı gösterdim facebooktan. Facebook hesabı yoktu, fotoğrafı görmemişti. Fotoğrafta, hastaneden yeni çıktığından yorgundu, yüzü solgundu. Üzüldü, “kötü çıkmışım” dedi. “Yok yahu, çok güzel çıkmışsın” dedim, morali bozulunca canım sıkılmıştı. Mutlu oldu öyle deyince. Sonra, benim bebeklikten bir fotoğrafımı gösterdim.

O fotoğrafa bakıyordu, ben yüzünü izliyordum. Yüzünde bir nota gördüğümde, ne kadar haklı olduğumu izliyordum. Böyle bir insanı bir daha göremeyeceğimi ve üstelik onu da yitireceğimi bilerek izliyordum. Öyle karmaşık ki, hani bazen üstelik güneş de görünürken az bir bulutla yağmur yağar ya, onun gibiydi ruh halim. Sadece izliyordum. Maria Puder’in otoportresini izleyen Raif efendi gibiydim yeniden, onu ilk defa Re olarak gördüğüm, ona çarpıldığım 16 aralık 2010 akşamındaki gibi. Üstelik, o aralık gününden farklı olarak, başta hiç istemesem ve hayal etmesem de onu tanıyor ve tanıdığım kişinin düşündüğümden daha masum, daha güzel, daha olağanüstü, vesselam daha müthiş çıkmasının neticesinde, yüzündeki zamanüstü hızırı müthiş bir haz ve kederle izliyordum. Aşkla izliyordum ve yine de onu yitireceğimi bilerek içimde cennet ve cehennemi bir arada yaşıyordum.

Yitirmek. Bir iz kalsın istedim, bir hatıra hiç olmazsa. Telefonu geri verince, kamerasını açtım, “gel bir hatıramız kalsın” dedim, başımı başına yasladım ve fotoğraf çektim. Ne var ki, fotoğraf karanlık çıkmıştı. Bir çocuğu kandırır gibi kandırmaya çalıştı beni, “karanlık çıkmış, sil, sonra yine çekiliriz” dedi. Kanmadım, ama sildim. Bir daha çekilemeyeceğimizi biliyordum silerken, nerede bir daha başımı başına yaslayacaktım. Ama, sildim. Kandırmadım onu. Aklıma geldikçe çıldırıyorum, bir tek fotoğrafımızı sildim.

Hikâyenin burasından bir bulut geçmeli, Sezai Karakoç’un Köşe şiirinin ikinci bölümünden iki mısra: “Biz seni işte böyle sevdik Leylâ/ O gitti bize ağlamak kaldı kala kala”

***

24 Aralık 2012

Gölgesiz dostum, “sence bir gün söyleyecek miyim?” diye sorunca ona, hiç düşünmeden “evet” dedi. Güçlü bir istek duyduğumu biliyor “söylemeye”. Öyle ki, hikâyeyi ona anlatmak, onun hikâyeye katılmasından ve hikâyeden dahi önemli hale geliyor bazen. Ondan habersiz, ona bakarak hayal ettiğim Re ile yaşadıklarım ve yaşayamadıklarım, o bilmedikçe eksik mi sahiden?

Burada başka bir soru var. Re, ne kadar o, ne kadar hayali bir imge? Ben hangisini sevdim? Çünkü en başından olmaması üzerine kurulu bir hayal bu, sevgilisi olan birine karşı imkânsız aşk. Öyle ki ısrarla adını öğrenmekten kaçmak, onunla aylarca konuşmamak, hele de başlarda, Re ile onun tamamen aynı kişi olmadıklarının izleri sanki.

Ama ağustos 2011’de işler değişti. Başta korktuğum onun gördüğümle alakasız, hayal ettiğimden farklı çıkmasıydı ve Re imgesine zarar vermesiydi. Tanıdıkça, düşlerimi yıkmak şöyle dursun, imgesi ve o birbirine gerçekten yaklaşmaya başladı. Onu sahiden sevmeye ve karşılıksız aşkın acısını çekmeye başladım. Onu düşünmeye, istemeye, sevdiği çocuktan nefret etmeye başladım. Bir yanlışlık sonucu, o çocuğu da tanımaya başladım ve nefret yerini karmaşaya bıraktı. Re’nin ameliyat sürecinde tanıdığım kişi, bana benzer hikâyesi olan bir adamdı.
Ekim sonunda Re’yle otobüste geçen bir saat bile herşeyi tamam etti. O akşam herşey dilimin ucuna geldi, bana son kez “öyle” baktı ve sonra yeniden kaçmaya başladım ondan. Şimdi onu görebileceğim dört beş ay kaldı önümde. Elimde ise Gölgesize sorduğum soru. Yanıtını tereddütsüz verdi, ama buradan bakınca o kadar kolay değil bu soruya benim “evet” demem. Ben de cevabın evet olmasını istiyorum, bütün hikâyeyi benim gözlerime bakarken benden dinlemesini, ama daha fazla mutsuzluktan başka neye yarayacak? Öğrenince ne olacak, onlarca yazı ve mektubu da okudu diyelim, sonra ne olacak? “Zavallı platonik aşık” resmi mi görecek? Beni böyle hatırlamasını mı, unutmasını mı yeğlerim?

Aklının karışacağını, bana karşı başka şeyler düşünmeye başlayacağını hayal etmiyorum bile. İmkansız. Kendimi böyle kandırırsam, yanlış bir karar verebilirim. Benim sormam gereken sorular başka.

***

6: NİKÂH


(Haziran ’16)

Bir takı kuyruğundaydık, yeni evle çifte hediyelerini vermek üzere sıramızı bekliyorduk. Bildiğim bir an geldi, tesadüf değildi. Biliyordum, ama bilmediğim şey ne zamanın ne de mekanın sarsılmamı engelleyemeyeceğiydi. Bir deprem vardı, bir tek ben sarsılıyordum. Titriyordum. Yine titriyordum. Hazirandı.

Aralıktı. Titriyordum, çarpılmıştım. İçimde bir bahar vardı. Oysa boğucu bir dersten çıkmıştım, hava berbattı. Delice yağan bir yağmur, çatıda uğulduyordu. Sabit bir ses kulaklada uğulduyordu. Pes bir re, evrenin sesi. Doğallığın sesi. Duyuyordum. “Re, sanki bir nota kadar” dedim kendi kendime. İlk olarak o cümleyi yazdım telefonuma sonra. Kadar, ama kadar ne? Yazmamıştım. Ne yazsam eksik kalacağını biliyordum herhalde, ilk görüşte anlamıştım. “Bir nota kadar”, sonuna masum, güzel, doğal ve yüzüne bakınca görünen onlarca kelime gelebilirdi ve ancak sadece birini kullanmak, diğer kelimelere ve o yüze haksızlık olurdu. Onu tanıdıkça her gün kadar’ın sonuna yeni kelimeler buldum. Hiçbirini de koymadım.

Bir takı kuyruğundaydık, hemen önümdeydi. Kadar’ın sonunda hâlâ bir kelime yoktu.

Aralık akşamında, ona çarpıldığım 16 aralık 2010 akşamında, o cümleden sonra, aklımda uçuşan, depremde kaçışan yüzlerce kelimeden bazılarını yakalayıp yan yana getirmiştim. “Re. Bundan daha eminim, adını bilmediğimden isim vermek kolay. Ben şairim böyle akşamlarda, şairken işim ne olacak bir güzel isim vermekten başka. Bir nota. Ah, başım etrafında dönüyor dünya, başım içinde onca kelimeler dönüyor. Neden Re diye sorma bilmiyorum. Bildiklerimi unuttum en baştan.”

Herkes çifti tebrik ediyor, bir de fotoğraf çekiliyordu. Kuyruk ilerlemiyordu. Hemen önümdeydi. Delikanlı da yanındaydı, ekimin bir akşamında aradığımızı bulduğumuz bir arkadaşı da. Uzun zamandır görüşmemişlerdi, konuşuyorlardı. İzliyordum. Sabahları uyuduğunuzdan daha yorgun uyandığınız gecelerde gördüğünüz bulanık rüyalardan biri gibiydi. Hemen yanındaydım. Beni görmüyordu. Sesim çıkmıyordu üstelik. “Merhaba” diyecek gibi oluyordum, yüzümde bir tebessümle bana dönmelerini bekliyordum. Re beni görmüyordu, bulanık rüyalardan biri gibiydi titriyordum.

Sonsuza kadar sürecek gibi duran takının üç yıl öncesinde, haziran iki bin on üçte Re arkadaşlarıyla kampüsün bahçesinde bir bankta oturuyordu, nihayet onu görmüştüm. “iki ay sonra ben yokum” diyeli iki ay olmuştu ve yok olmak üzereydim. Üstelik KPSS’ye hazırlanması yüzünden bitmek üzere olan üniversiteyi iyice boşlamıştı. İki ayda pek az görmüştüm onu. Ne zamandır onu görmeyi bekliyordum, kendimce veda etmek istiyordum ona. Ufak bir hatıra verecektim. Sadece 2000 adet basılmış ve numaralandırılmış, Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Maddona’sının 70. Yıl özel baskısından almıştım ona. Alırken dahi mutluluktan gözlerim yaşarmıştı.

Bir türlü denk gelememiştik, verememiştim. Günlerdir yanımda dolaştırıyordum. Hemen yanına gittim, arkadaşlarla bir arada muhabbet ediyorduk. Bir arkadaş fotoğraf makinesiyle her birimizi çekiyordu. Silinen bir fotoğraf vardı aklımda, verilen bir söz, gel beraber bir fotoğraf çekilelim, diyecektim. Demedim. Bir süre sonra ders vakti gelince sınıflara dönecektim. Hepimiz ana binaya yöneldik, ben zemin katta kalacaktım, onlar birinci kata çıkacaktı. Re’nin yanındaydım binanın arkasından girdiğimiz uzun koridorunda. Havadan sudan laflıyorduk, adımlarımı ağırlaştırdım, bilerek arkadaş kalabalığının gerisinde bıraktım ikimizi. “Hatırlıyor musun” dedim, “Doğum gününde rastlaşmıştık, o gün sana bir hediye verememiş olmak hep içimde kaldı. Bugün sana bir şey vermek istiyorum. Bir hatıra. Hediye değil hatıra.”

“Yok, olmaz, alamam” muhabbeti oldu ilk önce, fazla sürdürmedi, “tamam” dedi. “çantamdan alıp geleceğim” dedim, o merdivenlerden sınıfına çıktı, ben aceleyle kitabı almaya kendi sınıfıma, çantama yöneldim. İlk sayfasında bir tek tarih atmıştım ve sadece adına imzalamıştım. Hiçbir şey yazmadan. “Sevgilerle” vesaire yazmadan.

Merdivenleri çıktım, yanına gittim. Sınıfa girmiş yerine oturmuştu. Başına gittim, “dışarı gelsene, şimdi burada herkesin arasında vermeyeyim” dedim. Dışarı çıktık, bir köşede durduk.

“Sen geldi benim deli köşemde durdun/ Bulutlar geldi üstünde durdu/ Merhametin ta kendisiydi gözlerin/ Merhamet saçlarını ıslatan sessiz bir yağmurdu/ Bulutlar geldi altında durduk yazmış” Sezai Karakoç Köşe şiirinin üçüncü bölümünün başında ve bu köşede bir tavanın altında Re’ciğimin gözlerine son defa doyasıya bakıyordum.

“Bu kitabı görünce, sana almak istedim” dedim, “bir uzun hikâyedir, yani novelladır Kürk Mantolu Madonna ve yetmişinci yılına özel basılmış ve numaralandırılmış” dedim, numarasını gösterdim. “Bu çok kıymetli bir hediye ben bunu kabul edemem” dedi. “Hediye değil hatıra” dedim bir defa daha. Önceden karar vermiştim bu ayrıma, bir hediyeyi kabul etmezdi, ama bir hatırayı reddetmezdi. Onu tanımıştım.

Reddetmedi. “Bu hatırayı ömrüm boyunca saklayacağım ve sınav bitince hemen okuyacağım” dedi.

Artık hiç yapılmamış bir antlaşma ve yahut hiçbir şey umrumda değildi. Sadece varlığıyla dahi hayatımı baştan aşağı değiştiren birini yitiriyordum. Aklımı yitiriyordum, çocukluğumu yitiriyordum. Son çocukluğum, diyordum o zamanlara ve yitiriyordum. Yitirmeyi seçiyordum. Bir tercihti evet, verilen hatıranın bir son olduğunu ikimizde biliyorduk. Günlerce uğraşarak yazdığım bir mektubu da vermemeyi tercih etmiştim. Herşeyi anlatmak yerine, söylemek ve yahut yazmak yerine, ancak bu hikâyeye yakışır zarif ve naif bir hatıra.

Öylece gitmedim. "Oku mutlaka, çok güzel bir hikâyedir" dedim. Sonra, elini iki elimin arasına aldım, gözlerinin en içine baktım. Gözlerimin ta içine baktı, "ölülerin ne için yaşadığını" anladı mı bilmiyorum, ama beni anladı. Sadece ömrünce mutlu olmasını, diledim. Seni seviyorum, bile demedim. Ama öyle güzel söylemedim ki, neredeyse söylesem fazla kalacaktı. Dünyanın en güzel iki sözcüğüdür oysa yan yana, ama söylemedim. Bir cevap veremezdi, söyleyebilecek hiçbir şeyi yoktu, bir başkasını seviyordu ve biliyordum.

Ben ötekiydim.

Sonra merdivenlerden aşağı indim, sınıfıma gittim. Dersin bitimine doğru telefonum titredi. Re'den bir mesaj gelmişti. Sınıfımı sordu, söyledim.

Allah biliyor ya, ilk aklıma gelen, herhalde yeterince teşekkür etmediğini düşünüyor ve beni yeniden görmek istiyor oldu. Herhalde koşup sarılmayacaktı, ama birkaç güzel kelimeyle veda edecekti.

Sonra, bu naif son yerine, daha güçlü bir son geldi aklıma. Herhalde tam da hikâyenin sonunda kan akacaktı. Tamam olacaktı. Delikanlı bu kitap meselesini öğrenince, bu kadarı da fazla diye düşünmüş olmalıydı. Herhalde Re'den mesaj atmıştı. Sınıftan çıktım, arkamı kollamak için, sırtımı duvara yasladım, beklemeye başladım.

Ne oldu? Burada yazarken hikâyenin sonunu değiştirebilirim aslında. Bana kalırsa kan akmalı bu öyküde, belki de bir bıçak kınından çıkıp da parlamalı ve yahut yumruk yumruğa bir dövüşün sonunda, yere yıkılmalıyım. Öyküyü tam da orada bitirmeliyim.

Ama böyle bitmedi. Sırtımı duvara yasladım ve beklemeye başladım. Merdivenlerden inen arkadaşlarıyla beraber Re'ydi. Gülümsedim. İlk düşündüğüm doğruydu demek ki. Koştu ve sarıldık- hayır, hayır. Bana doğru geliyordu, gülümsüyordum, ama Re gülümsemiyordu. Bir yabancıya, hiç kimseye bakıyordu.

"Bu kitabı kabul edemeyeceğim" dedi, "neden" diye sordum, "nedenini biliyorsun" dedi. "Sen bilirsin" dedim, kitap elimdeydi. Arkadaşlarının yanına döndü ve gitti. Elimde kitapla kala kaldım.

Neden? İki defa neden diye başlayan soru sormuştu bana. Bir defa hastane yatağında yatarken sormuştu, "neden sen hiç konuşmuyorsun" diye. Bir defa da bir koridorda. Karşıdan geliyordu delikanlıyla, görmemeye çalışıyordum, dayanamıyordum. Kafamı eğmiştim, görmezden gelecektim, yanlarından hızlıca geçecektim. Önümü kesti Re'ciğim ve muzip bir çocuk gibi sordu: "Neden bizden kaçıyorsun?"

Her iki sorusunun cevabını da vermiştim işte ve bu defa ben sormuştum "neden" diye ve cevabı en keskin bıçak, en sert yumruk, en acımasız ve anlamsız sondu. Nedenini biliyorsun, demişti, bilmediği onca şey vardı oysa, söyleyebileceği de onca şey vardı, sadece iki kelime söylemişti. Benim hatıram bile kalmamalıydı, ben kimse değildim. Gitmişti.

Birkaç gün sonra, son final sınavından sonra kordondaki çimlerde bütün sınıf oturacaktık. Delikanlıyla beraber gelmişti. Ben artık bir yabancıydım. Geniş bir çember oluşturmuştuk ve Esra ile Yakup'un yanında oturuyordum. Re ile delikanlı kalktılar, Re Esra'yla vedalaşmak için yanımıza geldi. Bir çember şeklinde oturduğumuzdan arkamda kalmıştı. Esra ile vedalaşıyordu. Gidiyordu. Ona çarpıldığım akşamda, onu Re olarak ilk defa gördüğümde yanında Esra vardı, şimdi arkamı dönseydim, son defa gördüğümde yine yanında Esra olacaktı. Ama diyecek birşeyim yoktu. Ben bir yabancıydım o akşam. Gitmişti.

Takı kuyruğunda delikanlı ve diğer arkadaşla hemen önümde konuşurken, içim titriyordu, ama içimin titremesini saklamasını biliyordum ve yüzümde bir gülümsemeyle bekliyordum. Üç yıl geçmişti, bir merhaba demeye hazırdım her ikisine de. Onlara bakıyordum, ama herhalde orada yoktum. Görmediler beni. Sonra vazgeçtim, başımı çevirdim ve Re bir an baktı. Farkettim.

"Kuyruk bitiyor, hadi yerimize geçelim" dedi delikanlı, kuyruğun en arkasına gittiler.

Kuyrukta nihayet sıra bana geldi. Hikâyelerine bir vesile olduğum için, nikahlarına şahit olduğum Esra ile Yakup'u tebrik etmeye yürüdüm.

***

14 Nisan 2015

“Güya buraya bir daha asla gelmeyecektim.”

Yazmaya başlamak için ne doğru bir cümle, yazık, ancak bir alıntı olarak bu defterin başında duruyor. Müellifini bilmiyorum, İstiklal Caddesinde bir Amerikan kahvecisinin tuvaletinin kapısında gördüm. Bir kitaptan yahut filmden bir alıntı mı, yoksa isimsiz bir kimsenin kendi pişmanlığı mı bilmiyorum. Ezber hafızam iyi değil, belki de çok iyi bildiğim bir cümleye yeniden tesadüf ettim ve tuvaletten çıkıp da deftere geçirene kadar ezber ettim.

Tuvalet duvarlarında ve kapılarında böyle bir cümleye sanırım ilk defa rastladım. Bayağı ve bayağıdan da bayağı yazılara aşinayım, ama böylesi yalın bir cümleyi birine o tuvalet kapısına yazdıran nedir? Öte yandan tam da “Grand Rue de Pera”nın benzersiz ruhuna sıradışılık aslında.

On çeyrek vapuruyla Kadıköy’den Beşiktaş’a geçtim. Kadıköy’de tarihi iskeleye bakarken benden önce bu vapura binmek üzere buraya gelenleri, özellikle de yazarları ve şairleri düşündüm. Neşeli, demli, gamlı, heyecanlı, halde yahut sadece monoton bir parçasında o iskeleden vapura binen onca yazar ve kendinden başka pek kimseye yazamamış bir ben beraberce bindik vapura.

Böyle düşünmedim, hepsiyle beraber bu vapura bindiğimizi düşünmedim aslında, ama elimde taşıdığım “İçimizdeki Şeytan” romanıyla beraber Sabahattin Ali aklımdaydı. Geçen gün kız kardeşimin hatırına gittiğim romantik komedi filminde “Kürk Mantolu Madonna”dan yapılan alıntıyı hemen hatırlamıştım, konunun ortasına bir bıçak gibi soktuğum parantezle anmak istedim, bir şarkıda kendini dinler gibi okuduğum novellayı.
*
Yazdığım yerde tıkanınca durdum. Galata kulesine dek yürüdüm, sonra geri döndüm. Şimdi lezzetli bir âdet üzere su muhallebisi yiyorum bir başıma.

Eğer kendi lafımı kendim bölmeseydim, Beşiktaş vapurundan İstanbul’a bakarken aklıma gelenleri yazacaktım.

İstanbul’da olmak benim için bir vuslat, bu caddede yürümek ise neredeyse meşk. Vuslatsız senelere aşina olarak, en büyük, en güzel, en sahici, en güçlü vuslatım bu şehre kavuşmak oluyor. Vapurda tarihi yarımadaya yahut Pera’ya bakarken yakında yitireceği sevdiğinin yanına, yitireceğini de bilerek, gitme halini yeniden yaşadım.

İki sene önce nisanda, bu hisle tırmanıyordum Re’ye gide merdivenleri, vapurda hatırladım. Şimdi de duyuyorum hatta, nasıl bir hüzünle çıkardım merdivenleri, heyecanlı bir hüzünle. Sonra yanına vardığımda bahar olurdu, ayaküstü konuşmanın ardından gelecek güzü umursamayan bir bahar. Gelirdi de o güz her defasında, boğaza ve kelimelere gelir otururdu. Böyleydi benim sevgim ve belki de bu yüzden seviyorum ben bu şehri.

Yazmak istiyorum. Evet, özellikle bir novella haline getirmeyi iyice kafama koydum 16 aralık 2010’da başlayan hikâyeyi. Neredeyse yaşanmış bir hikâyeyi kâğıda geçmek olacak. Korkutucu olan ise, aslında hiç yaşanmamış olması. Eğer yaşanmış olsaydı, Re de bilirdi bütün hikâyeyi. Bugün biri ona sorsa, herhalde beni bile zor hatırlayacaktır. Hatırladığı ise, düşündüğümden başka bir ben olacaktır.

Bu yüzden eğer bir gün yazarsam, yazdığım bir kurgu olacaktır. Her şeyi kendi kafamda kurup yaşadığım bu hikâyenin kağıda geçirilmesi, hele de unutulan boşlukların yeniden doldurulmasıyla ve hakikatin çırılçıplak yazılamayacağı gerçeğiyle ancak bir kurgu olacaktır.

İlk olarak bunu yazmalıyım Allah ömür ve izin verirse, sonra başka şeyler de yazabilirim sanıyorum.

Şimdi aklıma bence korkunç bir ihtimal geldi. Yazmayı kaderim sanıyorum, ama Re’yi de kaderim sanıyordum. Bu defa da yanılıyor olabilir miyim? Böyle olmadığını sanıyorum, umuyorum, diliyorum.
*
Gezi parkında çay içiyorum. Re’yi yitirirken başlayan direnişin ilk kaç gününün masum olduğunun hesabı bir yana dursun, ben bu ağaçlar kesilmesin diye Alsancak’a gittim. Şimdi bir ağacın altında çay içiyorum. Bir gün yine yıkmak isterlerse bu parkı, yine de eyleme giderim.

Her roma bir gün yıkılır, yazdım geçen günlerin birinde. Buradan başlayan isyan iktidarı yıkamadı, ama bir gün onlar da günahları ve sevaplarıyla gidecek.

İktidarı yıkamasalar da bir çağ değiştirdiler burada. Başarısız bir devrim böyle başarılı olabilir mi?

Olur. Türkiye’de hep olmuştur. Yarım kalan devrimlerin ülkesiyiz biz.

Belki de bu yüzden neredeyse her birimizin de, kendi içinde yarım kalmış bir hikâyesi vardır.

Yorumlar

  1. NUWANDA derki "Düşler alemine dal; yoksa bir slogan seni de devirir.
    Yüreğine güven denizler tutuşsa da.
    (Ve aşkla yaşa yıldızlar geri çekilse de.) benim BÜYÜK BAŞKANIM hikayede RE yazarın kalbinde çalan bir notaydı tınıları yüreğinden akan yüreğine sağlık

    YanıtlaSil
  2. Eyvallah sayın büyük başkanım, ne güzel bir yorum yazmışsın. Senin de yüreğine sağlık.

    YanıtlaSil
  3. Öyle bir his ki, öyle bir duygu ki, öyle bir yaşanmışlık yada yaşatmışlik ki okuduğum her cümlende kendime ciktim, kendime her ciktigimda gormemis olduğum benler ile karsilastim, ardimda biraktigim acisini yasadigim her sevgi(li) ye aşk denen duyguyu yasattiklari icin teşekkür ettim. Sonuna kadar bir tarafima tebessümü diğer tarafima hüznü aldim öyle okudum şaheserini. Öyle bir şaheserki, "Eğer ruh bir madde olsaydi görülebilir dokunulabilir olsaydı ne olurdu??" sorusuna göz yaşı olurdu diyebilecek kadar dokundun ruhuma. Mutlulugumuzda ve mutsuzlugumuzda o degilmidir yanımızda olan...? Şu anda kulakligimda tekrarlarca calan o şarkı var. "... Belkide aşk dediğin erişilmez olmali... ". Güzel yüreğine Güzel ruhuna sağlık seni tanıdığım için çok mutluyum Üstadim...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok çok memnun oldum, içinizde bazı hisler uyandırabilecek bir şeyler yazabildiysem eğer. Üstat çok çok uzağında olduğum bir ünvan ve bu uzunca hikâye de bir şaheser olmanın bir kaç düzine gömlek uzağında. Yine de birgün, benden geriye kalacak, benden uzun yaşayacak bir hikâye olması için çalışacağım. Güzel yorumlarınız bu çaba için bir şevk verdi. Çok teşekkürler.

      Sil
  4. Yorucu ve ağır olsa da, çok bildik platonik aşk hikayelerinden birisi ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Sürrealizme çalan ifadeler daha profesyonel kılmış çalışmanızı değerli kardeşim. Zevk alarak okudun. Kaleminmize sağlık. Bir kitapta okumayı da arzu ederim bu ve diğer hikayelerinizi. Kaleminize kuvvet

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. O eski uzun hikâyelere, novellalara benzer bir çalışmaydı hocam, türe yakışan şekilde platonik/naif bir aşk hikâyesinin günümüzde ve üniversite sıralarında geçen bir denemesi. Çok teşekkür ederim değerli yorumlarınız için.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi

sürgününü yitiren bir şairin ardından.

ey en eski kuytulara saklanan çocuk sevgilerinin aleniliği, en derin kuyuların karıncalanan karanlığı, ses uyumları, bıçaklar ve bütün balkonlar; bir şairin arkasından ne kalır? ey en büyük adamların ayakkabıları, koca binaların camekanları, en derin korkulardan fışkıran öfke, kulak aşinalığı, kılıçlar ve bütün kadınlar; bir şairin arkasından kim kalır? kendi makus talihini makaslarla kesen terzilerdir şairler ve hep büyük konuşur, her zaman büyük ölürler. *