Ana içeriğe atla

Yakışıklı Kelimeler.

Kendimin en kördüğümü olan bir yazı ve sonrası- beş yıl sonra bir baharda yazdığım kişiye de okutmuştum, altı yıl önce bugün yazdığım yazıyı. Çünkü ne diyordum. "umarım yazıları okur. her yazıyı, içinde geçenler okusun isterim. sanırım bulamaz, bulmak istemez de zaten, ama okusun isterdim"

Ama zaten okumuş-muş bilmiyordum. Sonra kelimeler, şiirler, şehirler ve çiçekler ve sessizlik. Ama sessizliğe de dayanamadım- kendi sessizliğime. Yeniden düştüm yeniden yenilmenin yoluna. Üçüncü yenilgi en kısasıydı ve en keskini. Kibarlığa saklanmış bıçağı dahi kesen bir kibirle- kesildim. Ölümsüz bir cinayet, Baker Sokağı, 221B'nin işine gelmez bir dava.

Her yenilgi, bir yenilgidir. Birkaç gün önce bir yazışiir ve yahut düşyazı karalıyordum. Adı, "üçüncü yenilgi üzerine birinci söz" dü.

"veyahut izmirde bir konstantinapol yenilgisi.

önsöz: yenilgi bir, yenilgi iki, yenilgi üç; her yenilgi bir yenilgidir oysa. bir gölge, üç dal orkide veyahut bir fotoğrafta kalan iki göz. iki göz evet, bir çift göz anlamında, bir dize şiir anlamına da gelebilir. oysa dudaklarından girip boynundan, kulaklarından girip ellerinden çıkacaktım- üst dudağının kıvrımı yani- herneyse-

bir ince maviyi bıçağı kesen küstahlığıyla kesimce kadın, önce laciverte döndü, sonra siyaha kesti. simsiyaha- bu yokuştan yukarı çıkınca karşınıza olanca körlüğüyle bir leon çıkacaktır"

Böyle başlamıştım, ama yarım bırakmıştım. Yarım kalmamış yakışıksız bir yazı da yazmıştım zamanında.

Altı yıl önce bugün, aşağıdaki yazıyı paylaşmışım burada.  "bir rüzgâra ithafen" demişim, sonra "beni yeniden yazmaya çağıran M." oldu, o zaman aklımın ucundan geçmezdi. Ve sonra hiçbirşeyim olmadı, "sen benim hiçbir şeyimsin/ yazdıklarımdan çok daha az" diyor burada Attilâ İlhan.

**

Yakışıksız Kelimeler


Mart 30, 2011


yazmak zorunda değilim, ama yazmak zorundayım. yazan hemen herkesin cümlesi gibi, milyon defa söylediğim yahut yazdığım üzere, sait faik dediği üzere: "yazmasam, çıldıracaktım." yazdım da çok mu aklıbaşındayım.

dün gece eksik uyku uyudum, eksik uykudan bir fayda gömedim, çalışsam boşa gitmezdi, bu gece çalışayım bari.

neyi yazmak zorunda değilim, dün yazdığım düşkırığını, çünkü aklıma hemen hiçbirşey gelmiyor, dün hiçbirşey olmadı. çocukça bir körlük büyüdü, biraz da başka bir arkadaşa dikdörtgen olamadığımdan şikayet ettim.

kareli defterde bir dikdörtgen olsaydım, diyorum böyle zamanlarda, ona da bunu söyledim. sanırım bağırıyordum yine. hayatımı nasıl tanımlıyorum biliyor musun dedim, öylesine sordum, söylerken bile işareti gereksiz bi soruydu. "dünyaya kedi gelmek isterken, insan gelmek zorunda kalan bir adamın dramı".. bir deftere bir zaman not aldığım gibi, "alelade bir öykü kahramanı" da olabilir. bu ikincisini söylemedim, şimdi aklıma geldi.

insan olmanın zorluğu. hele ki kayıp nesil'ken. şimdi filmi oynayan radyo programını dinlememiştim, çocuktum. birkaç yıl önce dinlesem bile, dinlemezdim bile zaten. "majinal"ler, "trip yapıyorlar" falan diyerek, freudyen bir yaftayla konuyu kapatırdım. bugün, öyle düşünmüyorum. (belki sadece bugün) evet, oldukça freudyen bakıyorlar dünyaya, ama "puro, bazan sadece bir purodur". sonuçta, hepimiz insan olma zorluğundan bir tarafa düşüyoruz. şimdi, bana hiç benzemeyen bir kadın'ın düşkırığındaysam, ona teklif edebileceğim tek şey, bu farklılıklar içinde, aynı olan insana ulaşmaya çabalamaksa..

reddedecektir. böyle sanıyorum, bunun için de bu teklifi yapmıyorum. böyle saçma, yakışıksız bir teklif mi olur. olmaz. olur olmaz şeyler düşünüyorum, onu hiç tanımıyorum, biraz tanıdım geçen gün yalan olmasın. gözlerinin en içine, bütün bu kelimeleri söylemeden, başka kelimeler söyleyerek baktım. söylediğim ve dinlediğim kelimeler basitti. somut olana dairdi, aileler, sınavlar.

kelimeler somutu daha iyi aktarıyor. "bir elma" dersen, türkçe bilen herkese aynı şeyi söyler. bilmemnecede "bir elma" başka bir okunuşla başka bir anlama geliyorsa da bilemem. "mutluyum" dediğinde mesela göreceli.. herneyse, bin yıllık cümleler bunlar. onun için anlam'ında eksik kalan kelimeler yerine gözünün içine baktım.

ama, sonra kulağıma çalan kelimeler, tam duyamadım, hiç anlamadım, ama kendim olması gerektiği gibi yorumladım. olmaması gereken, yüzümün düşmesiydi, ama oldu işte. ne yapayım. körlük büyümeden düzeltmek isterim.

benim en çocukça hareketim, düşüm kırılınca, bazan o da, kör oluyorum. hiç görmemesine, merhabasızlığına bir körlük, dün bu körlükten bir tane gördüm mesela. "içimdeki çocuk" denilen klişe'den nefret ediyorum şu an. varsa öyle bir çocuktan da.

umarım yazıları okur. her yazıyı, içinde geçenler okusun isterim. sanırım bulamaz, bulmak istemez de zaten, ama okusun isterdim. hem şair olamayıp, hem de çocukça yaşayan bu adamolmazın hikâyesidir bu.

arkadaş zekaî özger diye genç yaşta ölmüş bir şair var, ilk kitabına "sakalsız bir oğlanın tregedyası" ismini vermek istermiş, arkasından basılan kitabın iç'inde bir ad olmuştur bu. adını "sevdadır" koymuşlar nedense. o kitaptan ve "sakalsız bir oğlanın tregedyası" şiirinden bir parça yazayım.

(...)

yoksul ve utangaç bir müşteriyim ben
sizde güneş bulunur mu biraz / kaktüs alıcam
saksılarım yeşersin üç beş bulut verin de
çok üşüdü güneşten şizofreni olacak
çabuk olun lütfen dikenleri solacak
           yanaklarım gobi çölü gibi soğuk su içer misiniz

yüzüm eski bir artist yaşlandıkça shirley temple
elimde bir baş soğan bir baş sarımsak
ah ne kadar şakacısınız hiç hamlet oynamadınız mı

olmak ya da olmamak bütün sorun bu
           yanaklarım yul bryner şimşir tarak ister
                                                                     misiniz


bir coniye benzemem, bir şair değilim, tüm bu soruları ben soramam zaten işaretsiz. hiçbirşey oldum ya yine, dikdörtgen olasım geldi yine. yineleme yapıp, kelime oyunu diye yazıyorum. bir rüzgâr'a ithafen, akşam olmasa da.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin

Tekerleme.

Bir sabaha uyanamayan on binler hakkında yazıyorduk dünlerden bir gün, dün değilse evvelsi gün, her şey ne çabuk ölüyor burada. Oysa ölüm eskimez. Her şey ne çabuk eskiyor burada, oysa ölüm. Her şey olacağına varıyor. Bir yargıya vardık, yargı eskidi. Varlığımız da eskidi. Eksildik. Oysa ölüm eksilmez. Sonra askıya aldılar bildiğimiz sayıları. Yerine yeni sayılar verecekler sandık. Yeni bir yasayla, yeni yasaklar arasında bir ip gibi gerildik. İp üstünde bir canbaz, bazı yasaklar üzerine bir söylev söyledi. Siyahın aslında siyah olmadığını, sadece beyaz olmayan bir renk olduğunu iddia etti. Bizim memlekette siyaha siyah denir demeliydi Can Yücel, ne yazık ki ölmüştü. Siyaha yakın bir renk, diyebiliyordu ancak yaşayan bazı şairler çekinerek. Diğerleri ölmüştü. Oysa ölüm, doğumun bir sonucuydu sadece. Sürünmekten korkuyordu insan. Elsiz ayaksız bir yeşil yılan değildik ki biz. Yalan olmasın. Sürünmekten, sürülmekten ve yüzümüzü demirlere sürümekten de korkuyorduk. Biz. Hep bir hallı, Tur

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi