Ana içeriğe atla

Arz-ı Hâl

Nereden başlamalıyım yazmaya? Şu "edili büdülü" defteri almasaydım eğer bugün burada olmayacaktım. Yani söz gelimi, yoksa evimdeyim. Yahut kibirli bir ingilizin yolu geçmese oradan ve bir fotoğrafla bunu öğrenmesem, bu hâlde olmayacaktım. Ne hal? Hâlim güzel fenadır ve işte burada yazdığım da arz-ı hâlimdir. Hâlden anlamaz değilsen eğer ve yazmamı istediysen, yani bu adam burada ne karalayıp duruyor dediysen, okuyabilirsin. "Kardeş beni dinle aklını şaşırtacak" diyemem, hele sana hiç diyemem, seni şaşırtacak pek birşey kaldığını sanmıyorum dünya üzerinde. Dağlarda da bulut göremiyorum zaten, her neyse. Sonunda ölüm varken neden yaşadığım üzerine yazacağım sadece. Her birimizin nedenleri var, ben benimkini yazacağım.

Ölüm üzerine bir mesel vardır, bilir misin? Tanrı, ölümü ilk olarak dağlara vermiş, ilk dağ öldüğünde diğer dağlar, o koskoca dağlar dayanamamış, erimiş, kül olmuş. Tanrı anlamış, dağlar dayanamayacak; ölümü dağlardan almış denizlere vermiş. Gel zaman git zaman, geriye kalan denizler köpürmüş, kaynamış, kurumuş. Denizler de dayanamamış ölümlere, Tanrı da ölümü insana vermiş. Dünya fâni, ölüm hak olmuş ve ilk insan ölmüş. Naaşı yerde yatarken, çevresindeki diğer insanlar feryat figan, üstlerini parçalıyorlar derken Tanrı bizim de dayanamayacağımızı düşünmeye başlamış. İşgüzâr bir kurbağa dolanıyormuş oralarda, birden cesedin üzerine zıplamış ve vraklamaya başlamış. Birisi dayanamamış kıkırdamaya başlamış, sonra diğeri biraz gülmüş derken, insanlar cesedin üzerinde vraklayan kurbağaya kahkahalarla gülmeye başlamışlar. Ölüm de böylelikle bize kalmış.

Vesselam ölüme rağmen yaşamak kolay iş değildir, yazdığım gibi. Ben neden yaşıyorum? Her hareketin sonunda yeniden değişen o binlerce ihtimali düşününce insan yaşamak için heyecanlanıyor. Kendimin romanını yaşamayı seviyorum ben, en sonunda öleceğimiz dışında yarına dair aslında pek de fikrimiz yok. "Yazar mısınız?" diye sorduğunda bana, şimdi cevabım hayır, ama o binlerce ihtimalden birinde, bir sonraki İzmir Kitap Fuarında bir standın arkasında imza dağıtmam da mümkün.

Beni yazmaya çağırdığın için ve sanırım hikâyemi merak ettiğin için, bugün burada bu satırları yazmam da, bir tesadüfün sonucu değil mi? Sonu yazılmamış bir öyküyü anlatıyorum burada ve başı da biraz belirsiz.

Bir aydır elimde taşıdığım, her yere götürdüğüm şu edili büdülü defteri, 15 nisan akşamı almıştım ve yazdığım bir günce sayılır aslında. Sayılırdı, bir anda bir hikâyeye döndü. Defterin tamamını, uzun olduğundan, bugün için buraya geçiremem, ama bir anda belki de defteri almamın nedeninden sıyrıldım, başka bir serüvene düştüm. "Serüven" deyişim, daha güzel bir ismini şimdilik yazmaya çekinmemden dolayı.

Defter şöyle başlıyor.

"15.4.17- Komşu Kahve

Kalem ister misiniz, dedi. Kağıt yoksa bir manası yok, dedim. Gülümsedi, tırnakları griydi. Yasaklar başlamıştı, onu konuşuyorlardı, akşam çöküyordu.

Bir vapurdaydım, İzmir önümdeydi. Önceydi. Güneş batıyordu. Küstâh bir ingilize hak verdim, sonra da ona içimden küfrettim. Birini sevmemek suç değil, onu biliyorum, ama sevilmemek çok fena onu da biliyorum.

Bildiğim bazı şeyler de var, bir baş ağrısıyla uyandım. Gebermiş gibi saatlerce yattım.

Sonra gri tırnaklı kızdan Ahmet Telli aldım. Kalem almadım. Ben de şiir yazmıştım. Sevdiğim kadınların en fenasına. Bunu ona söylemedim, ama kağıt kalem sordum. Kağıt yok, dedi.

Başka bir yerden, hem de edili büdülü bir defter aldım. Bütün bu efkârlı, iddialı, sözüm ona söz oyunlarına dayanan, kelime uyumuna dayanan bu satırları, işte bir kahvecide El Salvador kahvesi içerken bu edili büdülü deftere yazıyorum.

Hiçbir amacım kalmadı yine. Aslında yine'den daha beter bir durumdayım, çünkü ruhum ezilerek döndüm bu rutine. Her zamanki gibi ve korkarım gelecek zamanda da bu değişmeyecek. Böylece yaşayıp gideceğim bu ömrümü. Geride defterler kalacak. (...)"

Böyle başlamışım yazmaya, iyi mi? Bir yandan bu günceyi fırsat buldukça karalıyor ve bir yandan işime gücüme bakıyordum. Günler geçiyordu birbiri ardına ve boğazımı sıkmaktan başka bir şeye yaramıyordu evle iş arasında geçen döngü.

Bir gece tam uyumadan önce, instagramda bir arkadaşın fotoğrafında birini gördüm. Ufak bir italyan restoranında makarna yiyorlardı. Bostanlı'da. Birkaç gün sonra elimde defterim de varken, Galatasaray-Fenerbahçe maçından önce boğazlar meselesini halledecek bir yer düşünürken bu fotoğraf aklıma geldi. Belki pastayı al dente pişiren bir yerdir diyerek oraya gittim ve sonradan "masanız dolu- masanız boş" diye çağrılacak sokağı gören o masaya geçtim. "Masa da masaymış ha" dedim ve neyim varsa yoksa aklımda masaya, masadaki deftere koymaya başladım.

"23 Nisan '17- Happy Italy, Bostanlı

Bugün hava açıldı. Açıldı dediğim de parçalı bulutlu. Ama keyifliyim. Restoranın adı da "Mutlu İtalya", ama ingilizce. Hayat tuhaf.

(...)

Bu yaşıma dek mutsuzluğa çeşitli yollardan, çeşitli kadınlardan (beni sevmeyen kadınlardan) ulaştım ve hâlâ şair olamadım. Yazar bile olamadım. İşadamı oldum, onda da huzursuzluğun en âlâsını buldum. Kırk yılın ve otuz kişinin emeğini taşımaya çalışmak geriye kalan herşeyi aşan bir yük.

(...)

Çok güzel gülümseyen bir kız, gelip geçerken bana gülümsüyor şu anda. Sanırım bahar geldi. Hayatı güzel kılan işte bu, bu kadar basit. Bir gülümseme.

Bu edili büdülü deftere başından beridir, gri yazıyorum, efkâr yazıyorum; lâkin bahar bir gülümsemenin ucundadır işte. Bulutları dağıtan bir mızrak. (...)"

Böyle yazmıştım, o gün deftere. Sonrasında, yazar olamadığımdan yakındığım ve onun gülümsemesini yazdığımdan  bu yazıdan bihaber biri, bilinmezin karşısındaki çekimserliğiyle ve bir görüşte dünyada az kalan o iyi insanlardan biri olduğunu anlayabildiğiniz o gülümsemesiyle sordu.

"Kusura bakmayın, sadece kişisel merakımdan soruyorum. Yazar mısınız?"

Hayır, değilim. Kendimi bildim bileli yazıyorum, suyun akışı bir gün beni yazar kılacak, ama bugün değilim. "Yazmasam deli olacaktım!" diyen Sait Faik gibi yazıyorum, yaşamak için yazıyorum ve bir sürü şey daha sayabilirim. Bir ara yazmıştım yıllar önce, "neden yazıyorum" diye, kendimden kendimi anlatmak için alıntı yapayım.

"En bildiğim ilk nedeni, nedenden öte, sonuçtan öte, bir varlık olarak mecburiyetten yazıyorum. Yazmak, benim için bir duyu, neredeyse gözüm kadar görmeye yarayan bir duyu. Yazmamak diye birşey yok, zaman zaman yazamamak var ancak, bir duyunun geçici rahatsızlanması gibi. Masaya oturayım da biraz yazayım, ya da, bugün bir saat / bir sayfa yazacağım, diyerek yazmıyorum, dur biraz göreyim biraz da duyayım diyemezse insan, öyle bir hâl işte. Masa başında gözünüze hoş gelecek şeyler de yazıyorum, ama öncelikle kendim için yazıyorum, gözüm olduğu için. Üstad Sait Faik'in o sözü tabii ki, onu yazmadan yazmak hakkında yazmış olamazsın: "Yazmasam; çıldıracaktım!"

Ama bir yandan da çıldırabilmek için yazıyorum. Bilincimi soyabiliyorum yazarken, deli olabiliyorum. Akla mukayet olmanın yanında deli olmak için yazıyorum. Bilinç; insanın en büyük ızdırabı. Dünyanın mantıkla yürüyen, büyük ağızlarda "rasyonal düşünce"nin eksik olmadığı kibirli varlığından sıyrılabildiğim, tüm sahip olduklarımı kaybettiğim bir evren. Gayb'ı görüp koklamak için, yok olmak için, yazıyorum. Malsız, mülksüz, geçmiş hatıralardan ve gelecek korkusundan azade bir göçebe olmak için. Canımın istediği kaldırımda, ayakkabılarını yanına koyup yatabilen bir delilik olarak yazmak, tüm malvarlığını oturduğu kafede masanın üstüne yığan kocaman adamlardan tiksindiğim zaman.

Yazmak, benim dağlarım, yazarken kendimden başkasını öldürmeyen bir gerillayım. Bitmek bilmeyen iç savaşını uçlarda yaşayan insan, yazmak zorundadır.  Dinmeyen sancıları, hafifletmenin bir yolu olarak yazıyorum, yazacaktım, yalan olacaktı. Dinmeyen sancılarımı, daha da harlamak, ruhumun çeşitli bölgelerinde yangınlar çıkartmak, kendi düşmanım olan, kendi bilincime karşı savaşmak için yazıyorum.

Aşk ile yazıyorum. Aşkın her hâli ile, bir bütün olarak aşka yazıyorum. Kadınlara aşık olup, onları yazıyorum. Kadınları yazmak, işte tüm bu savaş halinde, yapabildiğim en güzel şey. Gözeli göz ile görüp, yazıyorum. Güzel benim değilse de, mundar demiyorum.

Kedi olamadığım için, yazıyorum. Kedileri kıskandığım için. Kedi olabilmek için de tek yolumun yazmak olduğundan yazıyorum.

İnsan olmanın o ağır sancısından yazıyorum. Bu sancıyı dipten tırnaktan hisseden, yazmak zorundadır.

Yazmak zorundayım."


Ama yazar değilim. Hikâyenin bundan sonrasını, defterde yazanlar harcinde az biraz biliyorsun. Zaman akıyor gidiyor, günler günleri kovalıyor ve hikâyeyi başına alıp öyle bitirmek gerekirse, bu defterden hemen önce aldığım Ahmet Telli'den bir tek dize:

"Zaman kelimeler gibi sekiyor bakışında senin" 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi

sürgününü yitiren bir şairin ardından.

ey en eski kuytulara saklanan çocuk sevgilerinin aleniliği, en derin kuyuların karıncalanan karanlığı, ses uyumları, bıçaklar ve bütün balkonlar; bir şairin arkasından ne kalır? ey en büyük adamların ayakkabıları, koca binaların camekanları, en derin korkulardan fışkıran öfke, kulak aşinalığı, kılıçlar ve bütün kadınlar; bir şairin arkasından kim kalır? kendi makus talihini makaslarla kesen terzilerdir şairler ve hep büyük konuşur, her zaman büyük ölürler. *