Ana içeriğe atla

Mukadderat.

"Zaman kelimeler gibi sekiyor bakışında senin"


Mayıs:

Burada kalmıştım. Sonrası mayıs güzü ve evet kafiyesi hüzün- "elde var hüzün"- başka da birşey yok İzmir yağmurlu.

"ışıkları tutamıyorum/ avuçlarımdan kayıyor/ karanlık en büyük korkum/ gece gittikçe çoğalıyor"

Avuçlarımdan kayıyor elimde kalan son sokak, makinaların gri çarkları ve demir yağları geriye kalıyor. Sıkıştıkça sessizleşiyorum bağırmak yerine, etim eziliyor susuyorum, kemiklerim çatırdıyor susuyorum, gri bulaşıyor yüzüme sonra yüzüm eskiyor. Yüzüm eskiyor aynada kendime baktığımda böyle zamanlarda, kendimden soğuyorum.

Sanıyorum okuyacaksın bunu ve seni bir daha görmeyeceğim. O sokağa girdiğimde bile yüreğimi duyuyordum oysa. Öyleyse, aklımda ne varsa yazmalı. Elimden gelse de hiç yazmasam. Seçebilseydim, yazmamayı bile değil, var olmamayı seçerdim. Ölümü bize bırakan Tanrı, varlığımızın da iradesini bıraksaydı bizde, dünyaya gelmeden bir fikrimiz olsaydı eğer bu yer hakkında; (herhalde pek çokları gibi) gelmemeyi seçerdim. Ama, varız ve yaşıyoruz işte. Yaşamayı güzel kılan şeyler de var, ama çok çabuk yitiriyorum ben onları. Senin bakışın mesela. "Bakışında senin" birşey vardı, bir gülün özlemi, bir tahassür türküsü.

Hasretle bakıyordum sana, griden kalan herşeye hasretle, hem de seni hiç tanımadan. Sen sanırım merakla bakıyordum, bilinmeyene olan merakla. Merak önemlidir çünkü, "curiosity kills the cat" diyorlar, ama Allah kedilere uzun ömürler versin. Sadece "kişisel merak"tan sorduğunu, en baştan söylemişken, benim yapmam gereken tek şey merakını gidermek.

Belki de bitmiştir bile merakın, boşuna da yazıyor olabilirim, ama elimden gelen sadece yazmak.

Senin için olmasa da kendim için, varsak ve yaşıyorsak, bundan geriye bir iz bırakmak için yazıyorum. Yazar olmadığım için, yazmalıyım.

*

Haziran:

Yazmalıyım, yazdım, ama yazamadım. Mayıs da geçti, mayıs toparlandı gitti işte. Haziranda bir hazan geldi yüzüme yerleşti, güze ne gerek.

"Bazen yaz ortasında gündüzün/ sevgim acıyor"

"Ruhum ezilerek döndüm bu rutine" yazmıştım nisanın on beşinde bir deftere, edili büdülü deftere. Sonra, kimisinin tevâfuk kimisinin tesadüf dediği, benim "yarının bilinmezliği olarak yazdığım üzere" bahar bir gülümsemenin ucunda gelmişti.

"27 Nisan '17-  Happy Italy, Bostanlı

Tuhaf. Tuhaf mı sahiden? Bilmiyorum, ama çok heyecanlandım buraya gelirken. Tuhaf'ın sonuna bir ünlem koymalıydım aslında, ama şaşırmadım ben. Belki de o yüzden nokta koydum. Şaşırmadığım hâlde, neden "tuhaf" yazdım. Yazı oyunu herhalde. Bir roman olarak düşündüm bu anı sanırım ve aslında bu satırları bir yazar yazıyordu.

"Tuhaf! Restoranın olduğu sokağa girdiğinde artık yüreğinin atışını hissediyordu. İçi ufak ufak sarsılıyordu ve restorana yaklaştıkça neredeyse girmekten vazgeçip geri dönecekti. Dönmedi. Geçen defa ki masasına oturmadan önce, alelacele ve utangaç, garsonlara göz attı. Göremedi. Mecburen bahçede sokağı gören masada sandalyesine oturdu. Siparişini almaya geldi garson. O değildi. Görmedi. Bütün bu heyecanının boşa çıkmasının sukutu hayalini bastırmaya çalışıp, önüne uzatılan menüye baktı. (...)"

Evet, böyle devam etmeli. Görmedim onu. Henüz görmedim. Herhalde burada değil. Bütün o heyecanım boşa gitti. Üzerine bir de -üstüne üstlük- akşam çöküyor. Hüzünlenmemek elde değil.

Kederli İtalyan Lokantası burası bu akşam, üzerimde sarı lambalı pano aksini söylese de.

"Peki siz okur musunuz?" diye soracaktım sözde, eğer o güzel gülümsemesini yine taşıyorsa yüzünde. Tabii cesaret edebilirsem.

Ya yazar olmadığımı anladığı için gülümsemezse bana? Yani öyle baktığı adam bir yazarsa ve ben o değilsem.

Mukadderat.

Aslı çok severdi bu kelimeyi; mukadderat. Ne zaman yazsam aklıma gelir."

Öylece arıyordum "bakışını senin" ve ararken yazıyordum. Birkaç defa geldim, göremedim. Sonra buldum. Bulduğumu yitirmenin mukadderat olduğunu unutmuştum.

"7 Mayıs 2017- Happy Italy, Bostanlı"

Evet, buradayım. Nihayet gördüm, deli olmadığıma dair defterden başka bir delilim var artık, gözlerim.

Tuhaf! Bir arayışın sonuna geldim, günlerdir aradığım gözlerini ve gülüşünü gördüm. Ama, artık yazar olmadığımı biliyor.

Onu aradığımı biliyor mu acaba günlerdir? Bilmiyorum. Neden aradım onu, bunu da bilmiyorum. Bildiğim ne var şimdi, hemen hiçbir şey. Alkolün ilk damlası vücuda girdiğinde dahi bir değişim başlıyor, ilk yudumda duyuluyor ya, şimdi de hemen ona benzer bir biçimde hüznün damarlarımda dolaşmasını duyuyorum. Neden? Bilmiyorum. (...)"

Biliyorum şimdi, bulduğumu yitirmenin mukadderat olduğunu unutmuştum.

Sonra hatırladım.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Açık uçlu hikâye.

Evvela ithaf. -beni yeniden yazmaya çağıran M'ye hikâyeden önceki yazımdır. Ve yazgısını kendi çağıran yazıya giriş. Yazmayı unuttuğum bir hikâyeyi okudum bugün, neden ve nasıl bilmiyorum, çünkü yazmayı da unutmuştum. Ellerim olduğunu dahi unutmuştum. Ellerim olmadan kördüm ben. Kararsız kararlığa körlemesine girdim, kararsızdı muhakkak, çünkü yazılmamış bir hikâye yazılmayı beklemez.  Kahvenin karanlığını akla çağıran gelişme. Hayat bu yüzden tuhaf, beklenmeyen yerde başlarız yazmaya, bir daha yazmayacağına dair bir yanılgı içine hâkim olduğunda. Hikâye gözlerine bakar ve yaz beni der, yazar iradesizdir, irade sahibi olan öyküdür okuyan bilmez. Hikâye yazdırır kendini. İlham dersin yahut rüzgâr, kendine çağırır hikâye. Alelacele gidersin, hayat bu yüzden tuhaf. Yazamayacağın sanrısını ve onca işi bırakır, hikâyenin gözlerinde bir kelimede bin kelime çağırır aklın.  Yazar çaresizdir, hikâyenin esiridir. Geç kaldığını düşünse de, başlar yazmaya. Sonunu b

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi

Ötekinin Hikâyesi

Quid rides?  Mutato nomine, de te fabula narratur. Quintus Horatius Flaccus “Güya buraya bir daha asla gelmeyecektim.” Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesinde, bir Amerikan kahvecisinin tuvaletinin kapısında görmüştüm bu cümleyi. Hiç unutamadım. Çünkü o zamanlar bir hikâye üzerinde düşünüyordum, nereden başlamalıyım, nasıl yazmalıyım diye kendime soruyordum. Yıllarca çabaladım, aslında yıllarca kaçtım yazmaktan. Çünkü kalemi elime her aldığımda, kendimi bir daha gelemeyeceğim kadar güzel zamanlarda buluyordum ve bu yüzden de hatırlamamak için “bir daha gelmeyeceğim” deyip yazmaktan kaçıyordum. Boşuna kaçıyordum aslında, bir daha gelmeyecek olsa da yaşanmış olması bile hayatımın geri kalanını değiştiren, güzelleştiren bir hikâye yaşadım. Bir hikâyenin ilk cümlesi önemlidir. Okuru okumaya ikna etmeye ilk cümlede başlamalıdır yazar. İlk cümle, çarpıcı olmalı, etkileyici olmalı; akılda kalmalıdır. Bu hikâyenin başı benim için çarpıcıydı, tam anlamıyla, olması gerektiği gibi.