Ana içeriğe atla

Kaldırım Mühendisi

 Hiç bir neden yokken evden çıktım. Sanırım tek neden, evde kalmam içn bir nedenin olmamasıydı. Evden çıkalı nereden baksan bir kırk dakika olmuştu, evden kırk dakika uzaktaydım. Hangi vasıtayı kullandığına göre kırk dakikada alabileceğin yol da değişiyor ya! Bir uçakla kırk dakika gitmiş olsaydım, yüzlerce kilometre öteye taşıyabilirdi beni, bir araba ise yaklaşık elli kilometre öteye… Ne var ki, atalarımızın "tabanvay" dedikleri, insanın aziz taşıtı üzerindeyim ve evden henüz pek de uzakta değildim. Henüz dediğime bakmayın, çok da uzaklaşmak niyetinde de değildim. Kaçmıyordum, koşmuyordum. Öylece yürüyordum.

 

İnsanın kendinden kaçamayacağını öğrendiğimden beridir kaçmıyordum. Öncesinde de kaçmaya cesaretim yoktu. Velhasılıkelâm hiç kaçmadım, gerisi laf kalabalığı. Hem neden kaçayım ki? Alacaklıdan, polisten, mafyadan, aklıma gelmeyen bir çok şeyden kaçılır, ama hiç biriyle derdim yoktu. Pek derdim yoktu açıkçası, size bir derdimi dert diye anlatsaydım dudak büker, "Allah başka dert vermesin" derdiniz alaycı bir tonda, sözde hissetirmeden. Amin. Haklısınız. Lâkin herkesin derdi kendine büyüktü. Kiminin yüz bin borcu vardı, kiminin hastalığı… Bazısı vardı ölümden korkuyor, kimisi ise yaşamaktan bezmişti. Yaşamaktan bezilmez sanıyordum da, işte yaşamın içinde öyle dertler var ki insanı yaşamaktan dahi vazgeçirebiliyordu. Benim ki de dert miydi! Sahiden de. Bir de varoluş sancısı vardı. Varolmanın sancısı mı olurdu yahu? Ne menem bir şey! Üzerinize afiyet, sancı deyince aklıma gaz sancısı geliyordu en çok. Yine de böyle bir şey de vardı işte; varoluş sancısı.

 

Kimisinin derdi de aşktı. Aşk olsun! Derde bak. Allah derdin de böylesini versin demesi kolaydı. Bir de karşılıksız aşk vardı ki, fena. Süründürür de, öldürür de. Aşk nereden çıktı şimdi, bahardan olsa gerek. Şu üzerinde yürüdüğüm kaldırımda önümde bir sürü çiçek çıkmıştı taşların arasından, onun gibi… Bahar böyleydi azizim, evkaftaki memuriyetten de ayrıltırdı adamı, karıdan da boşatırdı. Her neyse, ikisi de yoktu. Azıcık aşım, kaygısız başım!

 

Kaygı. Varoluş sancısı yerine kaygısı mı demeliydi aslında? İnsan neden varolduğunu neden böylece önemserdi? Varsın işte, nedense neden!

 

Biliyordum ki ben t=0'ı düşünüp dururken yanımdan geçen bir adam borçlarını ödemek için Kayserispor-Fenerbahçe maçı MS0 biter mi diye düşünüyordu. Onun ki de kaygıydı. Tek yanılgısı, "makine her zaman kazanır" gibi bir kanunu yok sayarak teoremler üretmeye kalkmasıydı.

 

Ne diyordum? Kaygı, sancı ve bilumum karın ağrısı! Aşk. En güzel karın ağrısı! Çok fena iştir. İş midir? Aşk, eylem midir yahut durum mudur? Psikolojik altyapısını, kimyasal reaksyonlarını vesaire boşverdim de, şairlerin anladığı üzere aşk, eylem miydi? Ne diyordu şair, "kavuşursan meşk, kavuşamazsan aşk olur" ve bir diğeri de eminim ki "aşk işteştir" demişti. Aşık olmak vardı, aşk yapmak vardı. İkisi de aşktı işte. İşte biri durum, bir diğeri ise eylemdi. Kafa karışıklığı!

 

Boş boş ezdiğim şu kaldırımlar yerine, az biraz okusaydım, bir de akademiye kapak atsaydım, ne bölümü olsun, mesela felsefe. Şöyle bir tez yazsaydım; "Hayatın Anlamlılığı Üzerinde Aşkın Yeri". Sanıyorum ki, sonuç bölümüde, aşkın hayatı anlamlandırma çabası olduğunu yazardım.

 

Neyse ki sadece kaldırım mühendisiydim. Yürüyüp duruyordum. Şu beyaz çiçekli ağaca bakıyordum. İçimden aşık olmak geliyordu evet, benim derdim de bu olsun. Sevmesini iyi bilirdim. Böbürlenmeyeyim, benci bir yaklaşımdan çoğulculuğa ulaşayım; biz kaldırım mühendisleri, anasının gözleri, aşık olmasını iyi bilirdik. Aylaklığımıza pek de yakıştırırdık yani, yakamıza takılı bir çiçek gibi…

 

Hey yavrum hey! Ne laflar ne laflar! Serde aylaklık olunca, aylardan da nisan olunca, kelimeler nasıl da şiirleniyordu insanın ağzında öyle. "Nisan mayıs ayları, gevşer gönül yayları" diyen aziz atalarımızın ruhu şâd olsun, güzel kadınların kulakları çınlasın, sevip de sevilmeyenlerin de Allah ayaklarına kuvvet versin. Yürü babam yürü!

 

Aşk neydi ki? Belki de sanattı. Şiir yazmak, resim çizmek, müzik yapmak gibi birşey de sayılabilirdi bazen ustalıkla birini sevmek. Hem de işte, hayatı anlamlandırmak içindi. Hem aşık olmaktan, aşk yapmaya geçtiğinde, gelecek nesillere kalıcı bir eser de bırakmış oluyordun. Gelecek nesillere, bir baş daha ekliyordun, o da bir eserdi.

 

O eser de senin gibi aklına eser olursa, kaldırım mühendisleri odasına bilmemkaçbuçuk numarasıyla kaydolurdu. Allah merhamet eder de, bir akıllı adam olursa, belki de bir baltaya sap olurdu. Olsa da olurdu, olmasa da olurdu. Olmamış çocuğa don biçmemeliyiz efendim!

 

Ne kalıba ne de kabıma sığıyordum. Şu yürüdüğüm sokak dahi dar geliyordu. Daha da hızlanıyordum. Yetişeceğim bir yer olduğunu sanıyordu uzaktan görenler eminim, ama sadece yürüyordum. Bir toplantıya yetişmeye çalışıyormuş gibiydim. Kendimi önemli bir adam sayıyordum bir anlığına, boynuzlu bir holdingin üst düzey yöneticisi olabilirdim. İşlerin yoğunluğundan bunalıp kendimi sokağa atmıştım, şimdi de 16:45’teki toplantıya yetişmeye çalışıyordum. Birazdan asistanım Yeşim hanımı arayıp, o toplantıyla ilgili dosyayı hazırlamasını isteyecektim. Sanıyordum.

 

Ama biliyordum ki dışarıdan kimse böyle sanmıyordu. Kaldırım mühendisliği doktoramın yüzümden okunduğundan emindim. Hayatın anlamı üzerine kafa yoruyordum. Düşünüyordum. O halde…

 

Birdenbire aklıma büyük çarşıya çıkmak fikri geldi. Olur da bir dosta denk gelirim ve iki lafın belini kırarız diye… Fikrimden caymadan çarşıya varmak üzere iyice hızlandım. Neredeyse artık düpedüz koşuyordum. Gören biri, birinden kaçtığımı sanabilirdi artık. Oysa sadece bilinmeze koşuyordum.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

On beş.

Bu bloga yazmaya, dile kolay, on beş sene önce bugün başlamışım. Demek ki bu bloga yazarak büyümüşüm. Zaten, kendi güncelerim gibi, öncelikle kendim için yazdım buraya; bu yüzden de okunup okunmadığını umursamadan, zaman zaman büyük aralıklarla da olsa, daima yazdım. Yaşadığım hikâyeler, yazdıklarımdan tuhaf olduğundan; yazdıklarım yaşadıklarıma, yaşadıklarım yazdıklarıma karıştı. Okurlarım on beş yıl boyunca daima az oldu; ama en güzeli, buraya yazdıklarım, daima bu blogun okurları oldular.  Bu bloga yazarken büyüdüm. Pek çok şey umduğum gibi olmadı, pek çok şey öğrendim. Ne yazık ki, bazen kayıplardan öğrendim. Düşe düşe yazdım, düşe kalka yaşadım; düştüğüm yerden daima kalktım. Hayır, tek başıma kalkmadım. Hep, rahmetli babamın, sevgili ailemin, değerli dostlarımın destekleriyle kalktım. Hezârfen inadıyla, daima Üsküdar’a varmayı umdum. Hep tuhaf hikâyelere düştüm. Zaten Hezârfen’in hikâyesi de Çelebi’nin düşü değil miydi? Zamanın azizliği, on beş yıl böylece geçti.

Burada

“ eski bir şarkı belki bir şiir ” İzmir’in ayazında evvelki yazgılardan ismimi sildim seni tanıdım ama hatırlayamadım senlerin içinde seni ayıramadım İzmir’de ısıtmaz güneş yanımda azalırken bir çınarın gölgesi karşımda cumartesinin eksiği karagöz oyunlarının gölgesi çelebinin rüyası hezârfenin düşüşü hacıvatın kibirli sessizliği birinci yalnızlığımdan arda kalan yeni veliahtların masaya düşen gölgesi şairlerin eski ahitleri cümle hataların güncesi benim yarınım benim dünüm yanaklarım bileytaşı temel temelsiz direklararası böyle yıkılmaz (yalnız bu şarkı kırmızıdır çabuk çarpar şimdiden şehla bakıyor gözlerin) İzmir şehrim işim resim yazmaktır Sen miydin belkahveden bir yazıyla indiğim senin yüzünden seninle gözlerin sizli tafsilatını bilmiyorum tanrım bilir taksiratımı ve sakallarımı ben hatıralara inanmıyorum barikatlara ve dağlara da amentüsü inkar olan o kadın sen miydin belma sebil miydi eski birşey maalesef aklımda hergün hakikat şarkısının eksik notası (Dün bir gün seni de gördü...