Ana içeriğe atla

Güzyazı.

yazdan güze bir günde düştük, eylül sonlarındaydık. yazılarımın üzerinde dans edilirken, şiir okuyan kadınları izliyordum yaz sonunda ve sonrasında güz geldi işte ve (evet) "eylül de toparlandı gitti işte"-

güz bahar yarısıdır yazabilirim, güz bahar yarasıdır yazabilirim, yazmasını biliyorum çünkü sevdim ve sevilmedim. ben bu mevsimde hiç durmadan yazabilirim, aklımda binlerce kelime ve alnımda bir yazıyla beraber kelimelerle dansederim ve (evet evet) "mavi huydur bende"-

"ben dansetmesini bilmem" yazdığımda yıl sıfır altıydı, "kapılar çarpılmaktan yoruldu" da yazmıştım ve son bir dans yerine bir keşkeyle kalakalmıştım. o günden bugüne değin, dere tepe düz gittim ve keşkelerime keşkeler ekledim.

bir dize eksik, bir dize fazla: "İnsan anılarıdır/ beni unutma"

her yoksunluğumun birer bıçak gibi beni kestiği bu sokağı biliyorum. adını kendim yazıyorum. yenieski sokağı. kime sorarsanız gösterir şimdi irlandasızlığını içimdeki sızının. henüz bir durağı yok, yolunu bile yeni yazıyorum. üzerine bir gök dikeceğim sonra. kim yazmıştı "görmeye gelir misin benimle göğünyüzüne/ yeryüzünde olmayan bir çiçek rengini" diye ve geçmez bir güz gelmişken geri, keşke bir kaldırım taşı olsaydım yazıyorum.

"İnsan acılarıdır/ beni avutma"

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

On beş.

Bu bloga yazmaya, dile kolay, on beş sene önce bugün başlamışım. Demek ki bu bloga yazarak büyümüşüm. Zaten, kendi güncelerim gibi, öncelikle kendim için yazdım buraya; bu yüzden de okunup okunmadığını umursamadan, zaman zaman büyük aralıklarla da olsa, daima yazdım. Yaşadığım hikâyeler, yazdıklarımdan tuhaf olduğundan; yazdıklarım yaşadıklarıma, yaşadıklarım yazdıklarıma karıştı. Okurlarım on beş yıl boyunca daima az oldu; ama en güzeli, buraya yazdıklarım, daima bu blogun okurları oldular.  Bu bloga yazarken büyüdüm. Pek çok şey umduğum gibi olmadı, pek çok şey öğrendim. Ne yazık ki, bazen kayıplardan öğrendim. Düşe düşe yazdım, düşe kalka yaşadım; düştüğüm yerden daima kalktım. Hayır, tek başıma kalkmadım. Hep, rahmetli babamın, sevgili ailemin, değerli dostlarımın destekleriyle kalktım. Hezârfen inadıyla, daima Üsküdar’a varmayı umdum. Hep tuhaf hikâyelere düştüm. Zaten Hezârfen’in hikâyesi de Çelebi’nin düşü değil miydi? Zamanın azizliği, on beş yıl böylece geçti.

Burada

“ eski bir şarkı belki bir şiir ” İzmir’in ayazında evvelki yazgılardan ismimi sildim seni tanıdım ama hatırlayamadım senlerin içinde seni ayıramadım İzmir’de ısıtmaz güneş yanımda azalırken bir çınarın gölgesi karşımda cumartesinin eksiği karagöz oyunlarının gölgesi çelebinin rüyası hezârfenin düşüşü hacıvatın kibirli sessizliği birinci yalnızlığımdan arda kalan yeni veliahtların masaya düşen gölgesi şairlerin eski ahitleri cümle hataların güncesi benim yarınım benim dünüm yanaklarım bileytaşı temel temelsiz direklararası böyle yıkılmaz (yalnız bu şarkı kırmızıdır çabuk çarpar şimdiden şehla bakıyor gözlerin) İzmir şehrim işim resim yazmaktır Sen miydin belkahveden bir yazıyla indiğim senin yüzünden seninle gözlerin sizli tafsilatını bilmiyorum tanrım bilir taksiratımı ve sakallarımı ben hatıralara inanmıyorum barikatlara ve dağlara da amentüsü inkar olan o kadın sen miydin belma sebil miydi eski birşey maalesef aklımda hergün hakikat şarkısının eksik notası (Dün bir gün seni de gördü...