Ana içeriğe atla

Aşk Olsun

Yüksek lisans dersini beklerken boş vaktim olunca, yine arkadaşımı aradım ve "bana üç-beş kelime yaz" dedim. Beni zorlamasını da rica ettim. Attığı kelimeler şunlardı: "Bayrak, inci, beyaz gül, güvercin, saksı, kahve, arkadaşlık, oyuncak." Yarım saat sonra aşağıda okuyacağınız öykü taslağı diyebileceğim yazıyı yolladım.


Şu bayrakları kaç saatte satabilirim? Kaç bayrak vardı ki? Seksen bayrak almıştım, sonradan Nihat abiye denk geldim, yirmi beş de o verdi. Etti yüz beş. İşi çıkmış, bayrakları bize dağıttı ve gitti. Bana, Mehmet'e, Hasan'a, bir de adını bilmediğim o diğer adama.

İş dediğini de bilmiyor değilim, ince iş! İnci abla ne zaman çağırsa, o kocaman adam aklını yitirip koşuyor ona. İş güç hak getire! Arkadaşlar ne güne duruyor.

Kızamıyorum da. Seviyor çünkü, sahiden seviyor. Gözlerinin içinde seviyor onu, orada bir ışık, bir nem, bir buğu olarak taşıyor çiçek gibi. "Gözümün nuru" ne demekse, işte onu görüyorum İnci abladan bahsederken Nihat abinin gözlerinde.

Beyaz gülleri arayacak daha. İnci ablaya daima beyaz gül götürür çünkü. Nedenini bilmiyorum, belki de bir nedeni bile yoktur. Aşkın olduğu yerde neden de yoktur, mazeret de. En azından Nihat abi için, şimdi burada herşeyi bırakıp bir çağrıya güvercin ivediliğinde koşan bir adamdan bahsediyoruz.

Gülleri alacak ve Beşiktaş dolmuşuna binecek. Biraz heyecandan, biraz da utançtan iki metrelik Nihat abi dolmuşta iki büklüm öylece gidecek.

"Aşk olsun" demişti bir akşam rakıya oturduğumuzda evinde, gözlerinde yine o ışıkla İnci abladan bahsederken. "Aşk olsun! Oyuncak etti beni" demişti ve rakısından bir büyük yudum daha almıştı.  Yerinden kalkarken bir hafif sendelemişti ve gevrek gevrek gülmüştü. "Hacıyatmaz oldum işte, oyuncak olarak da." Daha çok gülmüştü kendi şakasına ve saksıdaki karanfilleri sulamıştı.

Masaya yeniden oturduğunda, sanki sormuşum gibi, sorgulamışım gibi açıklamaya girişmişti. "İnci'nin hediyesi. Saksısıyla beraber karanfiller."

Gözleriyle gülmüştü.

Kahve kelimesi geçmiyor. İnci hanımla Beşiktaş'ta kahve içmeye gidiyordu oysa, ama bunu yazmayı unutmuşum. Olduğu gibi geçirmeyi tercih ettim. Bu defa başlığı yazmamıştım, biraz önce bloga geçirirken arkadaşımdan istedim ve onun tercih ettiği başlıkla okuyorsunuz.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

Burada

“ eski bir şarkı belki bir şiir ” İzmir’in ayazında evvelki yazgılardan ismimi sildim seni tanıdım ama hatırlayamadım senlerin içinde seni ayıramadım İzmir’de ısıtmaz güneş yanımda azalırken bir çınarın gölgesi karşımda cumartesinin eksiği karagöz oyunlarının gölgesi çelebinin rüyası hezârfenin düşüşü hacıvatın kibirli sessizliği birinci yalnızlığımdan arda kalan yeni veliahtların masaya düşen gölgesi şairlerin eski ahitleri cümle hataların güncesi benim yarınım benim dünüm yanaklarım bileytaşı temel temelsiz direklararası böyle yıkılmaz (yalnız bu şarkı kırmızıdır çabuk çarpar şimdiden şehla bakıyor gözlerin) İzmir şehrim işim resim yazmaktır Sen miydin belkahveden bir yazıyla indiğim senin yüzünden seninle gözlerin sizli tafsilatını bilmiyorum tanrım bilir taksiratımı ve sakallarımı ben hatıralara inanmıyorum barikatlara ve dağlara da amentüsü inkar olan o kadın sen miydin belma sebil miydi eski birşey maalesef aklımda hergün hakikat şarkısının eksik notası (Dün bir gün seni de gördü...

On beş.

Bu bloga yazmaya, dile kolay, on beş sene önce bugün başlamışım. Demek ki bu bloga yazarak büyümüşüm. Zaten, kendi güncelerim gibi, öncelikle kendim için yazdım buraya; bu yüzden de okunup okunmadığını umursamadan, zaman zaman büyük aralıklarla da olsa, daima yazdım. Yaşadığım hikâyeler, yazdıklarımdan tuhaf olduğundan; yazdıklarım yaşadıklarıma, yaşadıklarım yazdıklarıma karıştı. Okurlarım on beş yıl boyunca daima az oldu; ama en güzeli, buraya yazdıklarım, daima bu blogun okurları oldular.  Bu bloga yazarken büyüdüm. Pek çok şey umduğum gibi olmadı, pek çok şey öğrendim. Ne yazık ki, bazen kayıplardan öğrendim. Düşe düşe yazdım, düşe kalka yaşadım; düştüğüm yerden daima kalktım. Hayır, tek başıma kalkmadım. Hep, rahmetli babamın, sevgili ailemin, değerli dostlarımın destekleriyle kalktım. Hezârfen inadıyla, daima Üsküdar’a varmayı umdum. Hep tuhaf hikâyelere düştüm. Zaten Hezârfen’in hikâyesi de Çelebi’nin düşü değil miydi? Zamanın azizliği, on beş yıl böylece geçti.