Ana içeriğe atla

Müsvedde

Yine kelimeler istedim, yeni kelimeler verdi: "Bahar, aptal, mavi, kedi." Bir kelime daha istedim, hiç olmazsa beş kelime olsun diye. Beşinci kelimeyi de yazdı: "Kardelen."
Kırk beş dakika sonra aşağıdaki minnacık öyküyü yolladım.


Veli'nin oğlu Orhan Veli'nin evkaftaki memuriyetini yaktığı bu güzel havalar göğün yüzünde mavi bir muştu şimdi ve ben bir aylak olarak şu sokakta bir aşağı bir yukarı yürüyorum.

Beklediğim bir kimse yok. İnsanları beklemeye üşenirim ben. Buna rağmen bir buluşma olduğunda sözleştiğimiz vakitten on beş dakika önce orada olurum, buluşacağım kişi de on beş dakika geç kalır genelde, hiç olmadık yere yarım saati ziyan ederim ömrümden. Pek az insan bu ziyanı hak ettiği için, çok fazla insanla görüşmem.

Peki efendim, bu güzel baharda, nevbaharda, bu sokakta kırk beş dakika (belki de bir saat bile olmuştur, emin değilim) bir aşağı bir yukarı ne arıyorum.

Babama sorarsanız, akıl arıyorum. Benim aylaklık dediğim şeye o aptallık diyor ve bir şairin bir kelime için bir saat bir sokakta dolanıp durmasını anlamıyor.

Evet canım efendim, şairim ben ve işte burada bir kelime arıyorum. Şu köşedeki kedi de, kırk beş dakikadır (bir saat de olabilir) beni izliyor.

Ne düşünüyor bilmiyorum. Babamın ne düşündüğünü bilirken, şu kedinin kini bilmemek bana haksızlık geliyor.

Şu kelimeyi bir bulabilsem, bu şiir iyi bir şiir olacak sanıyorum. Sanıyorum ne kelime, biliyorum efendim biliyorum. Bugüne dek hiç anlamamış olabilirler şiirlerimi, kabul ediyorum. İmgesel dünyamı bilmeyen insanlar için, okuması zor deneysel şiirler yazdım hep. Hiç de pişman değilim! Dergilere yolladığımda kibar ama kısa ret mektupları dışında da bir geri dönüşü olmadı, ama yılmadım, bıkmadım, darılmadım. İnsan şiire darılır mı? Hayır efendim, şiir öyle birşey değil ki. Beni bekleten o insanlardan biri değil, beni reddeden o kadınlardan biri değil, yahut sevdiğini söyleyerek kandıran bir sevgili değil şiir. Şiir daima aranan, özlenen, sevilen ve sevişmenin doyumsuz olduğu en güzel şey. Maktubum.

Vuslatın yeniden yakın olduğunu biliyorum. Bu defa anlaşılır bir bahar şiiri yazmak niyetindeyim ve şu dergiye yeniden yolladığımda şiirimi kabul etmelerini ve üç beş kuruş birşey vermelerini umuyorum.

O zaman, şiirden ilk paramı kazandığımda belki babam da fikrini değiştirir.

Değiştirir değiştirmesine de şu kelimeyi bir bulsam. "Sessizlikten gelen" dizesini, şiirimin son dizesini tamamlamaya bir kelime arıyorum.

Yorulduğumu duyuyorum artık, sabahtan beri bir lokma yemedim. Kaldırıma oturuyorum. Arnavut kaldırımın içinden papatyalar fırlamış, onlara bakınca içimde bir mavi uyanıyor yeniden. Baharın damarlarımda dolaştığını duyuyorum. Belki de babam haklı, ben bir aptalım. Kediyle göz göze geliyoruz, gülümsüyorum. Dizlerime vuruyorum hafifçe, yerinden gerinerek kalkıp geliyor ve kucağıma oturuyor. Mavi çoğalıyor içimde, evet efendim düpedüz bir aptalım ben ve bunu seviyorum. Kaldırımı delen papatyalara bakıyorum, kelime bir anda aklıma geliyor.

Kardelen.

"Sessizlikten gelen kardelen."

Kucağımdaki kediyi okşarken göğe bakıyorum.




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

On beş.

Bu bloga yazmaya, dile kolay, on beş sene önce bugün başlamışım. Demek ki bu bloga yazarak büyümüşüm. Zaten, kendi güncelerim gibi, öncelikle kendim için yazdım buraya; bu yüzden de okunup okunmadığını umursamadan, zaman zaman büyük aralıklarla da olsa, daima yazdım. Yaşadığım hikâyeler, yazdıklarımdan tuhaf olduğundan; yazdıklarım yaşadıklarıma, yaşadıklarım yazdıklarıma karıştı. Okurlarım on beş yıl boyunca daima az oldu; ama en güzeli, buraya yazdıklarım, daima bu blogun okurları oldular.  Bu bloga yazarken büyüdüm. Pek çok şey umduğum gibi olmadı, pek çok şey öğrendim. Ne yazık ki, bazen kayıplardan öğrendim. Düşe düşe yazdım, düşe kalka yaşadım; düştüğüm yerden daima kalktım. Hayır, tek başıma kalkmadım. Hep, rahmetli babamın, sevgili ailemin, değerli dostlarımın destekleriyle kalktım. Hezârfen inadıyla, daima Üsküdar’a varmayı umdum. Hep tuhaf hikâyelere düştüm. Zaten Hezârfen’in hikâyesi de Çelebi’nin düşü değil miydi? Zamanın azizliği, on beş yıl böylece geçti.

Burada

“ eski bir şarkı belki bir şiir ” İzmir’in ayazında evvelki yazgılardan ismimi sildim seni tanıdım ama hatırlayamadım senlerin içinde seni ayıramadım İzmir’de ısıtmaz güneş yanımda azalırken bir çınarın gölgesi karşımda cumartesinin eksiği karagöz oyunlarının gölgesi çelebinin rüyası hezârfenin düşüşü hacıvatın kibirli sessizliği birinci yalnızlığımdan arda kalan yeni veliahtların masaya düşen gölgesi şairlerin eski ahitleri cümle hataların güncesi benim yarınım benim dünüm yanaklarım bileytaşı temel temelsiz direklararası böyle yıkılmaz (yalnız bu şarkı kırmızıdır çabuk çarpar şimdiden şehla bakıyor gözlerin) İzmir şehrim işim resim yazmaktır Sen miydin belkahveden bir yazıyla indiğim senin yüzünden seninle gözlerin sizli tafsilatını bilmiyorum tanrım bilir taksiratımı ve sakallarımı ben hatıralara inanmıyorum barikatlara ve dağlara da amentüsü inkar olan o kadın sen miydin belma sebil miydi eski birşey maalesef aklımda hergün hakikat şarkısının eksik notası (Dün bir gün seni de gördü...