Ana içeriğe atla

Müsvedde

Veli'nin oğlu Orhan Veli'ye evkaftaki memuriyetini yaktıran şu havalarda, insanın içine dolan şu müthiş kocaman his yok mu? Dünyanın etrafını koşarak turlayabileceğini sandığın bir enerji, öte yandan sonsuza dek uyusan atamayacağın bir yorgunluk.

İşte ben bugün iki histe de dolaştım. Yine. Önce öğlene dek uyudum, nedensizce uyudum. Sonra öylesine bir kahvaltı, sonra kelimenin hakkını vermek üzere kallavi bir kahve ve kendimi sokağa attım.

Yürüdüm, yürüdüm. Nereye yürüdüm, nasıl yürüdüm ve neden oraya yürüdüm bilmiyorum, ama işte buradayım. Bu sokaktayım. Bu sokağı bir aşağı bir yukarı yürüyorum ne zamandır. Bir şey arıyormuş gibi ve evet, bir şey arıyorum da, ama onu bu sokakta değil, herhangi bir sokakta da bulabilirim. Yani bu sokağın bir anlamı yok, ama hiçbir sokağın da bir anlamı olmayacağı için bu arayışta, işte şimdi ben burada, bu sokakta yürüyorum.

Bir kelime arıyorum. Bu sokakta neredeyse kırk beş dakikadır (belki de bir saat bile olmuştur) bir aşağı bir yukarı yürüyerek bir kelime arıyorum.

Ben bir şairim.

Evet evet, kim ne derse desin ben bir şairim. Şu sokakta kırk beş dakika, bir saattir bir kelimenin peşinde dolanıp duruyorsam pek âlâ bir şairim.

Kim ne diyebilir ki zaten? Tanrı beni bu şair ruhuyla dünyaya yollamışsa, bir şiirin, bir kelimenin peşinde  koşmaktan başka ne yapabilirim? Kimsenin de pek bir şey dediği yok yüzüme karşı. Bir kitabım, bir dergide yayımlanmış bir şiirim dahi olmadığı için, ne zaman "şair ruhumdan" bahsetsem, dudaklarına küstah, alaycı bir kıvrım oturtup beni dinliyorlar. Umursamıyorum. Hiç birini umursamıyorum. Bir insanın kendini şair hissetmesinden öte bir şiir mi var ve ben bu dünya üzerinde bir şiir yaşıyorum. Bunu görmeyen, görmek istemeyen yahut kimisi düpedüz kıskanan o sıradan insanların dudaklarının kıvrımı kimin umurunda!

Babam başka. Bana en çok o inanıyor, diyecek değilim. Babam sadece dudak bükmüyor. Ne zaman bana kızsa beni "kitapsız şair" diye çağırıyor. Onun gözünde hiçbir işe yaramaz bir aylağım.

Amenna. Aylaklık da kabulüm. Burada böylece bir tek kelime arıyorsam, pek tabii ki bir aylağım. Ama babama sorarsanız, ben sadece akıl arıyorum.

Ben aylaklığı şairliğin geniş caddesine çıkan bir dar sokak olarak görüyorum. Babam ise benim aylaklığımı, işsizlik, avarelik, düpedüz müptezellik olarak görüyor. Ona göre, akıl arıyorum, ya da hayatın sorumluluğundan bir yalana sığınarak kaçıyorum.

Hayatın sorumluluğundan değil, hayatın anlamsızlığından, hayatın kendisinden kaçıyorum ben. Hayattan şiire sığınıyorum, ama bunu kime nasıl anlatabilirim ki? Hele de babama. Ona kendimi ispatlamanın tek yolu var, en azından bir şiirimi dergide yayınlatmak.
 
İşte bu şiirimi bunun için yazıyorum. Bundan önceki tüm şiirlerimi kendim için yazdım. Hiçbirisi için yayınlanma kaygısı gütmedim. Pek çoğu fazla soyut, kapalı şiirlerdi. Sonra düzyazı şiirler yazdım, kendim için yazdım. Bazılarını dergilere de yolladım, ama bugüne dek sadece nazik ve kısa ret cevapları aldım.

Umursamadım.

Benim şiirlerim, kendi evreninde kapalı şiirler ve bir tanesini okuyarak, benim üslubumu, amacımı ve imgelemimi bilmeden onu anlamanız pek zordur.

Hayır, çağında anlaşılmayan müthiş bir şair olduğumu sanıyor değilim, ama ne olursa olsun ben bir şairim. Ret mektuplarında, nazik cevaplar yerine, “ulan Allah belanı vermesin, bunlar da şiir mi” yazsalar bile ben yine de yazarım.

Yazmaya mecburum. Başka türlü yaşamasını bilmiyorum. Eğer şu kaldırımda miskince güneşlenen kedi yerine, bir insan olarak gönderildiysem bu dünyaya ve yaşamaya da mecbursam, işte böyle yaşıyorum.

Ama bu şiiri babam için yazıyorum. Babama şairliğimi ispatlamak için. Bir bahar şiiri yazıyorum. Nikbin ve anlaşılır. Dergide yayınlandığında, babama dergiyi götürdüğümde, sadece görsün değil, şiirimi okusun, anlasın ve sevsin istiyorum.

Ben bu hoyrat hayatı tanımadım ve sevmedim. Belki de yaşamayı, onların istediği gibi yaşamayı bu yüzden beceremedim. Yine de çabalıyorum, insanlara kendimi anlatmaya, bu hayata bir çentik atmaya ve öldükten sonra da yaşamaya çabalıyorum. En başta kendi kendime soruyorum bu ikircikliği, bu çelişkileri; kim olduğumu, ne yaptığımı.

Hiçbirinin cevabı yok, bu yüzden yazıyorum.

"Sessizlikten gelen" dizesinin sonuna, şiirimin son dizesinin sonuna bir kelime arıyorum.

Kediyle yeniden göz göze geliyoruz. Artık benden tedirgin olmadığını sanıyorum. Sanırım hemen önünde pineklediği şu bakkal dükkânından hayatını idame ediyor. Kaldırıma, yanına oturuyorum. Oturunca anlıyorum ne kadar yorulduğumu. Kaç saattir ayaktayım kim bilir, kaç saattir yürüyorum.

Ben oturunca kaçmıyor kedi. Pek umursamıyor bile beni. Öylece uzanmaya devam ediyor.

Yüzüme tatlı bir rüzgâr vuruyor. Evet, hayatı pek yaşamayı beceremedim, "sevmedim" de diyorum, ama böyle zamanlarda yaşadığımdan o kadar da pişman olmuyorum. Belki de bir kedi olmalıymışım ben. Kendimi bir kedi sayınca mutlu oluyorum.

Kedinin kendi hayatından ve yahut kedi olmaktan ne derece memnun olduğunu kestirmek, bunu bilmek şimdilik imkânsız olsa da; yanımda aymazca yalanan kedinin halinden memnun olduğunu düşünüyorum. En azından, şu an, şimdi, burada.

Benim gibi. Benim kadar.

Hayatın çoğu yaşamda kalma çabası, hissedilenin çoğu keder de olsa, bazı mevsimler, bazı zamanlar, bazı anlar var ki, öylece seviyoruz yaşamayı ve böylece yaşıyoruz sanırım. Bir gülüşün peşinde, bir kedinin gücünde; kendimizin kırk katını değil de, sadece kendimizi düştüğümüz her çukurdan kaldırıp yaşıyoruz.

Elimi dizime vurup, oturduğum yerde kediyi kucağıma çağırıyorum. İtirazsız geliyor. Elimle başının üstünü, kulaklarının arasını okşarken mırıltısı göğsüme doluyor.

Kedinin kalktığı yere bakıyorum. Kaldırım taşlarının arasından yabani çiçekler fışkırmış. Kardelen gibi. Aradığım kelimeyi görüyorum, kardelen.

"Sessizlikten gelen kardelen"
 
Göğsümde kedinin mırıltıları, gözlerime doluyor. Kedinin başını okşuyorum.
      
Göğe bakıyorum.

8.6.2019
Varuna Gezgin Cafe del Mundo, Eskişehir

Yorumlar

  1. Ne kadar bildik bir ruh hali... Sonradan meşhur olsa da yazmaya yeni başlayan ve/veya her amatör yazar/şairin geçtiği evre... Çalışmalar gönderilir bazen kibarca bir red cevabı verilir veya hiç dönülmez... Ben de 3 yıl boyunca tam 6 yayınevine kitap taslaklarımı gönderip aylarımı beklemekle geçirdiğim için çok tanıdık geldi bana bu sahne. 3 senenin sonunda farkettim ki biz kendi ligimizde oynamalı imişiz. Yani amatör yazarların kitaplarını basan yayınevleri ile görüşmeliymişiz. Ve evet bazen böyle geçer bazı günler... Amaçsız, hedefsiz volta atmalarla.. Kalemine sağlık üstadım...

    YanıtlaSil
  2. Güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim hocam, birkaç nazik ret cevabım var benim de pek tabii. Yine de en kötü hatıram, çok sevdiğim bir öykü dergisinin, ben kendilerine bir öykü yolladıktan sonra, cevabımı bile alamadan batması oldu. Nasip işte.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Açık uçlu hikâye.

Evvela ithaf. -beni yeniden yazmaya çağıran M'ye hikâyeden önceki yazımdır. Ve yazgısını kendi çağıran yazıya giriş. Yazmayı unuttuğum bir hikâyeyi okudum bugün, neden ve nasıl bilmiyorum, çünkü yazmayı da unutmuştum. Ellerim olduğunu dahi unutmuştum. Ellerim olmadan kördüm ben. Kararsız kararlığa körlemesine girdim, kararsızdı muhakkak, çünkü yazılmamış bir hikâye yazılmayı beklemez.  Kahvenin karanlığını akla çağıran gelişme. Hayat bu yüzden tuhaf, beklenmeyen yerde başlarız yazmaya, bir daha yazmayacağına dair bir yanılgı içine hâkim olduğunda. Hikâye gözlerine bakar ve yaz beni der, yazar iradesizdir, irade sahibi olan öyküdür okuyan bilmez. Hikâye yazdırır kendini. İlham dersin yahut rüzgâr, kendine çağırır hikâye. Alelacele gidersin, hayat bu yüzden tuhaf. Yazamayacağın sanrısını ve onca işi bırakır, hikâyenin gözlerinde bir kelimede bin kelime çağırır aklın.  Yazar çaresizdir, hikâyenin esiridir. Geç kaldığını düşünse de, başlar yazmaya. Sonunu b

Ötekinin Hikâyesi

Quid rides?  Mutato nomine, de te fabula narratur. Quintus Horatius Flaccus “Güya buraya bir daha asla gelmeyecektim.” Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesinde, bir Amerikan kahvecisinin tuvaletinin kapısında görmüştüm bu cümleyi. Hiç unutamadım. Çünkü o zamanlar bir hikâye üzerinde düşünüyordum, nereden başlamalıyım, nasıl yazmalıyım diye kendime soruyordum. Yıllarca çabaladım, aslında yıllarca kaçtım yazmaktan. Çünkü kalemi elime her aldığımda, kendimi bir daha gelemeyeceğim kadar güzel zamanlarda buluyordum ve bu yüzden de hatırlamamak için “bir daha gelmeyeceğim” deyip yazmaktan kaçıyordum. Boşuna kaçıyordum aslında, bir daha gelmeyecek olsa da yaşanmış olması bile hayatımın geri kalanını değiştiren, güzelleştiren bir hikâye yaşadım. Bir hikâyenin ilk cümlesi önemlidir. Okuru okumaya ikna etmeye ilk cümlede başlamalıdır yazar. İlk cümle, çarpıcı olmalı, etkileyici olmalı; akılda kalmalıdır. Bu hikâyenin başı benim için çarpıcıydı, tam anlamıyla, olması gerektiği gibi.

Taksir.

Körparlak bir ay gibi parlıyordu yorgun gecenin sabahı, susmamın nedeninden habersiz, konuşmamdan umarsızdı. Yine de bir merhaba dememi istiyordu, öylesi kolaydı. Karşımdaydı. Kör bir sessizliğin gürültüsü ürkütmüştü, şimşeklerden korkan bir çocuğun gözleriyle. Gözünün tam ortasında bir ıslaklık parlıyordu, suya vuran ay gibi, o kadar. Neden, dedi, sormasından belliydi beni hiç tanımadığı, anlamadığı, inanmadığı, umursamadığı. İstemediğini söylediği ağzında, bazı yalanlar geveledi. Cesetler dahi konuşsun istiyordu, tek istediği oydu. Belki karşısında oturanın hisleri, arzuları, acıları, öfkesi, uzun lafın kısası, ruhu olduğundan bile habersizdi. İnanmak istemiyordu işlediği cinayete, kaçıncı bıçakta öldürdüm sizi bay maktül, diye sormasından belliydi bir taksir olduğu. Tanrı taksiratımızı affetsin. Bıçağı vurdu achillesimi bulana değin, bulanıyordu yer göğe dün gece.