Ana içeriğe atla

Istanbul hatırası.

İsra, Ceren, Yağmur ve Erdi'yle beraber.
1: Öteyi beri, güzü bahar, dünyayı ters yüz ettik. Sonun sonsuzluğuna, sonsuz aynalara baktık. Gölgeler bile gri değildi galiba, bir hakikat yoktu muhakkak.

Bu defa da bir parça cam için kırılmıştım bir kadının yüzünde, ama bilmiyordu, camı ayna yapan içindeki sırrıdır. Bilmedi. Kalbini gördüm ve anladım, bilmek de istemiyordu.

2: Körler ülkesinde camı kestik kan ile ve kötü şairleri yerdik. Cama yazdık gözümüzün izini ve iyi şairleri övdük. Ölmedik. Dostların arasında yaşamak, ölmekten de güzel. Gözlerimiz vardı, görüyorduk.

3: Bin bir yüzü var bu şehrin, sonsuz sokağı var. Bu aziz şehirde kedilerin her birinin, kendi hikâyesi, karakteri ve ruhu var.

Dünyanın bütün şehirlerinin izi var, her sokağında bir dize, her sokak lambasında bir nota.

4: Bir fotoğrafta iki insan gördüm, gülümsedim. Ne kinim vardı, ne de öfkem. Sevindim. 

Sonra ağaçların gölgesinde bildik hikâyeyi, bilmem kaçıncı sultanın biricik yenilgisinde, her iktidarın yanılgısını sallanıyordu bir çocuk salıncakta.

Mutluyuz, yazdı kitaba kardeşim oysa şair değildi.

Kitabı başından yazmaya kararlıydı galiba.

Bir bestekâr, bir sokakta hakikatı arıyordu en sonunda.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

On beş.

Bu bloga yazmaya, dile kolay, on beş sene önce bugün başlamışım. Demek ki bu bloga yazarak büyümüşüm. Zaten, kendi güncelerim gibi, öncelikle kendim için yazdım buraya; bu yüzden de okunup okunmadığını umursamadan, zaman zaman büyük aralıklarla da olsa, daima yazdım. Yaşadığım hikâyeler, yazdıklarımdan tuhaf olduğundan; yazdıklarım yaşadıklarıma, yaşadıklarım yazdıklarıma karıştı. Okurlarım on beş yıl boyunca daima az oldu; ama en güzeli, buraya yazdıklarım, daima bu blogun okurları oldular.  Bu bloga yazarken büyüdüm. Pek çok şey umduğum gibi olmadı, pek çok şey öğrendim. Ne yazık ki, bazen kayıplardan öğrendim. Düşe düşe yazdım, düşe kalka yaşadım; düştüğüm yerden daima kalktım. Hayır, tek başıma kalkmadım. Hep, rahmetli babamın, sevgili ailemin, değerli dostlarımın destekleriyle kalktım. Hezârfen inadıyla, daima Üsküdar’a varmayı umdum. Hep tuhaf hikâyelere düştüm. Zaten Hezârfen’in hikâyesi de Çelebi’nin düşü değil miydi? Zamanın azizliği, on beş yıl böylece geçti.

Burada

“ eski bir şarkı belki bir şiir ” İzmir’in ayazında evvelki yazgılardan ismimi sildim seni tanıdım ama hatırlayamadım senlerin içinde seni ayıramadım İzmir’de ısıtmaz güneş yanımda azalırken bir çınarın gölgesi karşımda cumartesinin eksiği karagöz oyunlarının gölgesi çelebinin rüyası hezârfenin düşüşü hacıvatın kibirli sessizliği birinci yalnızlığımdan arda kalan yeni veliahtların masaya düşen gölgesi şairlerin eski ahitleri cümle hataların güncesi benim yarınım benim dünüm yanaklarım bileytaşı temel temelsiz direklararası böyle yıkılmaz (yalnız bu şarkı kırmızıdır çabuk çarpar şimdiden şehla bakıyor gözlerin) İzmir şehrim işim resim yazmaktır Sen miydin belkahveden bir yazıyla indiğim senin yüzünden seninle gözlerin sizli tafsilatını bilmiyorum tanrım bilir taksiratımı ve sakallarımı ben hatıralara inanmıyorum barikatlara ve dağlara da amentüsü inkar olan o kadın sen miydin belma sebil miydi eski birşey maalesef aklımda hergün hakikat şarkısının eksik notası (Dün bir gün seni de gördü...