Ana içeriğe atla

Bilinmezin Kısa Bir Hikâyesi

- Gözümde bir şey var mı?
- Yok ağbi. Polis molis gelmesin.
- Gelmez oğlum, hem gelse ne olacak temizlik yapıyoruz, deriz.
- Yasak.
- Yasağını si! Tövbe estağfurullah. Sıkıldım oğlum, tüm gün vır vır vır.

Kardeşler Kıraathanesinin önce kepenkleri kaldırıldı ve ardından günlerdir açılmamış kapısı işte bu konuşma eşliğinde, ufak bir endişeyle açıldı. İçişleri bakanımızın veyahut kolluk kuvvetlerinin kulağına gitse gücüne de gidecek kallavi bir küfür savuracakken yarıda kesen korkusuz D.B. kapıyı açarken yine de sağı solu kolaçan etmekten kendini alıkoyamadı. Ne günlere kaldık diyordu, içinden, kendi kahvemizi kaçak açıyoruz. İçinde tuhaf bir his vardı, ama tam anlatamıyordu.

Tabelasında kıraathane yazan bu kahvede, kıraat nâmına sadece bulvar gazeteleri ve spor gazeteleri bulunurdu. Bulvar gazeteleri okumaktan çok bakmaya yarıyordu, yetmiş beşlik ihtiyarlar, "gözümde canlanır koskoca mâzi" şarkısı eşliğinde uçları yıldızlı fotoğraflara dalıp giderken; yirmisinde delikanlılar ise, işsizliğin acısını spor gazetelerinin hayali transfer haberlerinde bir anlığına unutuyordu. D.B. ise hiçbir şey okumazdı, çünkü vakti yoktu ve evet, okumamayı bir nişan gibi göğsünde taşıyordu. İşte bu yüzden, içindeki tuhaf hissi tam anlatamıyordu.

Kapıdan, "ağbi"sinin arakasından giren genç çırak H.O. ise bütün işini bitirip, gece on gibi sandalyeleri masaya devirdiğinde bulvar gazetelerindeki güzellere, aklında kalması ümidiyle doyasıya bakar ve kapıyı kilitleyip eve geçerdi.

Bir çay koy da keyfimiz yerine gelsin, dedi D.B. ve H.O. ikiletmeden tezgaha yöneldi. Özlemişti, insan en çok alışkanlıklarını özlüyordu. Her sabah altı gibi devasa demliklerle çay demliyorsan, işte bir süre demlemeyince onu bile özlüyordun. H.O. vuslata ermiş aşık gibi keyifli bir ıslıkla suyu doldururken, D.B. televizyonu açtı.

Televizyonda spor kanalı açıldı, işte D.B. bu dikdörtgen ekrana bakmayı ve dertlerini orada unutmayı sevenlerdendi. Sonu gelmez spor tartışma programlarını sonsuza dek izleyebilirdi. Futbol teorisini öğrenmekle işi yoktu, ne herşeyin teorisi ne de  hiçbirşeyin teorisi hiç biri umurunda değildi; ona sorsak teori kelimesinin anlamını bile bilmezdi. Bu sonsuz programların boş muhabbeti, kahvehanesindeki muhabbetin devamıydı sadece herhalde. Belki de ömrünün sonuna dek bitmek bilmez bir boş muhabbet döngüsünde kalmak istiyordu. Herkes hayatını bir şekilde harcıyordu işte, bu seçiminden dolayı onu kim yargılayabilirdi?

Ne var ki, televizyonda, yemyeşil çimleri görmeyi umduğu yayın akışının yüzde doksan beşini futbola harcayan spor kanalında sağlık bakanının dünkü açıklamalarının tekrarı vardı. "Yeni hasta sayımız..."

Çat diye değiştirdi kanalı D.B., buraya kafayı dağıtmaya gelmişti. Yemyeşil çim görmeye kararlıydı bu defada at yarışlarını gösteren kanalı açtı. Kamu spotu vardı, “tokalaşmaktan, yakın temastan kaçının..."

Kanalları dolaşırken, kıpkırmızı son dakika alt yazısına takıldı gözü, "SON DAKİKA! ABD'de bir günde yine büyük can kaybı."

H.O. yanına gelmişti ve o da aynı ekrana bakıyordu. İçindeki tuhaf hissi yeniden duydu D.B. ve H.O.'nun da şu anda aynı hisle ekrana baktığı sandı; ama kendi hissini anlatmadı ve onunkini de sormadı.

At yarışı kanalına geri döndü. Ekranda 2008 yılının Niğbolu koşusunun tekrarı vardı. Sesi açtı. "Bu önemli koşuyu, grup 1 koşusunu Çelikkan kazandı" diye bağırıyordu spiker ve hemen ardından yeni yarış başladı.

Rahatladı. H.O.'nun demlediği çaydan bir yudum aldı. Ekrana görmeden bakıyordu, eski günlerdeki gibi. Evinde bakamaz mıydı? Bakamazdı. Karısı, kaynanası, çocukları, tek televizyon ve onca curcuna da cabası. Hem evde olmamalıydı o saatte, evde ne işi vardı. Hem burası evinden fazla eviydi, evinden fazla seviyordu burasını. Alışkanlık, evet, aşk gibi gelip geçici bir ihtirasın kurbanı olmak yerine alışkanlıkların güvenilir limanında demirlemek ne rahattı. D.B. hiç aşık olmamıştı, ömrünü alışkanlıklarını tekrar ederek harcayacaktı ve rahattı.

Rahatını bozan tek şey, alışkanlıklarının bozulması olurdu. Şu cânım kepenkleri neredeyse bir aydır kaldırmamıştı, Kardeşler Kıraathanesini devraldığından beridir yirmi üç yıllık kahvehane işletmecisi olarak dükkanı bir ay kadar kapalı tuttuğu olmamıştı. 

Babası da kapatmamıştı. Ne yetmişlerin sonu, ne de seksen ihtilali; sağa sola, etliye sütlüye karışmamış bir adam olarak, burayı bu kadar uzun kapalı tutmamıştı. Babası rahmeti rahmana kavuşunca, mekânın adını değiştirmek olmaz, diye öylece bırakmıştı; ama rahmetli ana babasının tek erkek çocuğu olarak, bu kahveyi de daima yanında çalıştırdığı bir çırakla, tek başına işletmişti. Ramazanlarda bile akşamları açar, sahura kadar da dükkanı açık tutardı. Hoca, sâbâ makamında allahuekber dedi miydi, kepenk de inerdi.

Ramazanın yaklaştığı geldi aklına, teravih yoktu bu sene, dün haberlerde duymuştu. Dükkan da yoktu demek ki. İçindeki tuhaf hissin yerine, büyük bir sıkıntı oturdu. İçi karadı, sesli sessiz öylece bir söylendi; ama ne dediği anlaşılmadı.

H.O. öylece bir dönüp "ağbisine" baktı. Dua mı ediyor, küfür mü ediyor; ne diyor anlamamıştı. Birşey de diyemedi, döndü yeniden ekrana baktı.

Aynı ekrana bakan H.O.'nun aklında ise alamadığı haftalıklar vardı. Sorsa soramıyordu, ulen açılmamış kahvenin haftalığı mı olurmuş, cevabını kendi kendine verebiliyordu. Ne var ki, eldeki cevap cüzdana uymuyordu, cüzdan boştu. Evden çıkmıyor, paraya ne ihtiyacı vardı ki H.O.'nun? Hem henüz bir manitası bile yoktu. Dışarı da pek çıkmazdı. İşi, sosyal mosyal tüm hayatıydı, dışarı çıkmaya vakti de kalmıyordu, doğrusunu isterseniz isteği de yoktu. Manitası da yoktu, Allah bilir, hiç de olmayacaktı. "Vakti saati geldiğinde", uygun bir kızla görücü usulu, hooop, paket...

Arkadaşı da mı yoktu? Eh bir iki tane arkadaşı vardı, biri hapiste olmasa, üç bile olabilirdi; ne var ki onları da gördüğü yer işte bu kahvehaneydi. Anca biri bir iş bulursa ya da işte hapse düşerse yolları ayrılıyordu; öteki türlü neredeyse sabahtan akşama burada takılırlardı. Tabii, kimisi arada bir manita yaparak, kahvehaneden kafeye terfi ederdi. Sonra da, ama üç gün, ama bir ay sonra geri dönerdi; muhabbet kaldığı yerden devam ederdi. H.O. da, amcanın biri "oğlum bir çay", "evladım bir salep" diye bağırana dek, ayakta dikilir ve muhabbete katılırdı.

İşte genellikle şu köşedeki masada, ama masa boştu.

Ulen sahiden ne olacaktı bu haftalık işi? Bilmiyordu. Kürre-i arz üzerinde hemen hiç kimsenin de ne olacağını bilmediğinden, neredeyse tüm insan soyuyla aynı bilinmezliği paylaştığından habersiz ve umarsızdı. Sadece bilmiyordu.

Yorumlar

  1. Tüm dünyayı saran ve sarsan toplumsal bir krizin, farklı bir gözle ve hikayeleştirilerek sunulması çok güzel olmuş değerli. kardeşim. Kalemine kuvvet. Sen yaz biz okuyalım.

    YanıtlaSil
  2. Yorumlarınız için çok teşekkür ederim hocam. Sağ olun.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi

sürgününü yitiren bir şairin ardından.

ey en eski kuytulara saklanan çocuk sevgilerinin aleniliği, en derin kuyuların karıncalanan karanlığı, ses uyumları, bıçaklar ve bütün balkonlar; bir şairin arkasından ne kalır? ey en büyük adamların ayakkabıları, koca binaların camekanları, en derin korkulardan fışkıran öfke, kulak aşinalığı, kılıçlar ve bütün kadınlar; bir şairin arkasından kim kalır? kendi makus talihini makaslarla kesen terzilerdir şairler ve hep büyük konuşur, her zaman büyük ölürler. *